Uluslararası güçler dengesi benzeri görülmemiş bir hızda değişiyor, satranç tahtasında zor bilişsel bir oyundaymışçasına taşlar yer değiştiriyor. Bu oyunda, dünyanın tek kutuplu ve tartışmasız gücü olmayı sürdürmek isteyen ülkeler de var, bunun mümkün olmadığını doğa gereği, iki kutuplu dünyada bir güç kutbu olmak isteyen ülkeler de var. Ekonomik güç, doğal olarak, askeri güce başkalaşıyor, sonra da bu ikinci güç O ülkede daha üstün güç haline geliyor. Zira, askeri güc, gelişen ülkenin dünyanın dört bir yanındaki ekonomik ve ticari çıkarlara hizmet etmenin garantisi olarak öne çıkıyor.
Son otuz yıldır Çin ekonomik açıdan Birleşik Devletler ile yüzleşebildi, hatta Çin’in “nükleer olmayan, mali caydırıcılık dengesi” şeklinde yeni bir kavramı ortaya attığı da söyleniyor. Son dönemlerde, dünya çapında haklı ekonomik ve mali başarılarından sonra, Çin’in dünyada kutup oluşturacak kadar askeri güç dünyasında geliştiği görülüyor.
Geçtiğimiz hafta İngiliz Daily Mail gazetesi, Çin’in aynı anda 10 nükleer savaş başlığı taşıyabilen, 12 bin kilometre menzilli Dongfeng-41kıtalararası balistik füzeyi geliştirdiğini, her bir başlığın belirli bir bölgeyi hedef alabildiğini ve füzenin hızının saatte 767 mile kadar yükselebildiğini, Çin’in nükleer caydırıcılık alanında yeni bir aşamaya geldiğini bildirdi.
Çin tam olarak ne istiyor? Tek küresel kutuplu güç vasfını Amerika Birleşik Devletleri’nden almak mı istiyor? Yoksa Asya kıtasından başlayıp sonra istediği gibi devam eden özel bir gündemi var mı?
Son halk konferansında gördüğümüz üzere, Çinli liderlerin yönetim modellerini dünyanın geri kalanına ihraç etmeye kararlı oldukları açık. Çin’in barışçıl yollarla ilerleyemeyeceğini söyleyen Chicago Üniversitesi’nden Amerikalı bilim adamı John Mearsheimer, Çinli liderlerin dünyanın sorunlu gidişatından endişe duyduklarını, belki de bu yüzden, dünya düzeninin kurallarını değiştirmek istediklerini söylüyor.
Çin, uluslararası füze güçlerinin yarıştığı dünyada güçlüler kampına girmeye hazırlanıyor. Neden mi füze gücüne vurgu yaptım? Çünkü dünya güçleri, son iki dünya savaşında olduğu gibi, kara güçlerinin çarpışmasından çekiniyor. Diğer yandan Çin; büyük güçlerin tarihsel sürecine uygun biçimde, doğal kaynaklara, pazarlara ve askeri üslere kolay ulaşımı sağlayan, eski kurumlarının ıslahını ve yenisini kurmayı mümkün kılan, Çin’in çıkarlarını kolaylaştırarak rakip ülkelerin çıkarlarına gem vuran kendi nüfuz bölgelerini, Pekin’e yakın müttefik ve dost ülke şebekesini kurma peşinde. Çin, sadece Asya Kıtası’nda karada, havada ve denizlerde bulunmakla yetinmiyor, bunun çok daha ötesine giderek İpek Yolu projesiyle Asya’ya, Arap Körfezi’ne, Orta Doğu’ya ve oradan da hedefindeki Afrika Kıtası’na ulaşmaya çabalıyor.
Çin, siyah kıtayı hazinelerle dolu bakir bir bölge olarak görüyor ve Amerikalıların ilerlediği yolda ilerlemeyi hedefliyor. Cibuti’de askeri üs kuran Pekin, Zimbabwe’ye müdahale ederek fırsatları kullanmaya çalışıyor. Aslında Çin’in Afrika kıtasındaki tutumu çok su götürür.
Değişen dünyadaki en önemli sorulardan biri; Çin’in askeri ve ekonomik yükselişinin ABD’nin uluslararası haritadaki konumunu ne ölçüde etkileyeceğidir?
Çin’in yükselişiyle ilgili bu soruya en iyi cevabı, “yumuşak güç” kavramını ortaya atan büyük Amerikan stratejisti Joseph Nye verir; “Kısaca, Çin’in yükselişi, 2. Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar dünyadaki konvansiyonel Amerikan gücünü azaltmak ve uluslararası peyzajı değiştirmek anlamına geliyor. Tıpkı Amerika’nın geçen yüzyılın ortalarında İngiltere’nin uluslararası rolünü azaltması sürecine benziyor.” Buna benzer bir yanıtında Robert Cajan’ın günlük sütununda, ‘Çin liderliğinin dünyaya bakışının, yüzyıl öncesinde Kaiser Wilhelm’in dünyaya bakışına benzediğini’ iddia ediyor.
Mao Zedong döneminin, gelecek Çin devletinin canlanmasının başlangıcı olduğu, Şi Cinping döneminin ise Çin Devletinin küresel kutup tavanıyla temasının gerçekleştiği zaman olduğunu söylemek mümkündür. Şi Cinping, selefi Hu Jintao’nun IMF sıralamasını talep etmesini sağlayan ekonomik başarılardan sonra yuanın uluslararası tedavülü çıkmasıyla birlikte, orduyu modernize etmek ve Çin ismini taşıyacak değer de bir deniz gücünü oluşturmak için, ülkesini yükselişe geçirdiğini ve bu amaçla askeri bütçeyi uçuşa geçirdiğini gördük.
Çinlilerin, istikrarlarının ve gelişiminin Washington tarafından sürekli engellemek istediğine dair mutlak bir inancı var. Pekin’in yeni balistik füze konuşlandırmasının arkasında ABD’ye, Güney Çin Denizi’ne yaklaşmayı düşünmemesi yönündeki bir mesajı olduğu kesinlikle söylenebilir.
Konfüçyüs felsefesi Çinlilerin en başta gelen rehberlerinden biri olmayı sürdürüyor. İpek Yolu ve balistik füzeler ise “engelin etrafında dolanmak ” biçiminde bir stratejidir. Tamamen Sun Tzu’nun ölümsüz kitabına uygun biçimde, düşman kendi kağıtlarını teslim edene kadar mermi atmadan savaşlar kazanmaya çalışmaktır.
Pekin, Moskova ve Washington’un karışmasından uzak gelişebilir mi? Bu konuyu da gelecek bir yazıda ele alacağız, inşallah.