Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Arap Projesi ve Büyük Tehditler | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Aylardan beridir Araplar da Siyonistler de “Sykes-Picot” anlaşmasının ve Balfour Deklarasyonu’nun Yüzüncü yılını anıyorlar. Birkaç gün önce, üç yüz Arap siyasetçi, âlim ve entelektüel, bu ayın 17’isi ve 18’inde El-Ezher’de “Kudüs zaferi” ve Amerikan Başkanı’nın Kudüs’ü “Siyonist varlığın” başkenti olarak tanıma kararı ile nasıl mücadele edileceğini müzakere için toplandılar. Ürdün Kralı II. Abdullah ile ABD Başkan Yardımcısı arasında 22 Ocak’ta yapılan toplantı sonrasında, Başkan Trump’ın kararındaki “farklılık” konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladı ve Pence, ABD’nin hala iki devletli çözümden yana olduğunu hatırlattı!

Bu olaylar ve yaşananları, sadece Arap bilincinde Kudüs’ün ve Filistin’in önemini ispatlamak için değil, aynı zamanda İngiliz ve Fransızlar (Birinci Dünya Savaşı sonunda başlıca sömürge güçleri) arasındaki Sykes-Picot anlaşmasını zihnen dönüp hatırlatmak ve Balfour Deklarasyonu’nun İngiltere ve Dünya Siyonist Örgütü arasındaki zorunlu birlikteliğe dair farkındalığı güçlendirmek için verdim. Sykes-Picot Anlaşması pratikte Doğu Arap bölgesini bölüştürmekle birlikte (1882’de İngilizlerin işgal ettiği için Mısır hariç, antlaşma daha ziyade 1918 savaşındaki yenilgiye kadar hala Osmanlı yönetiminde olan Arap bölgelerini bölmeyi amaçlamıştı) aslında Doğu Arap uygulamasının Ortadoğu’ya uyarlanmasıdır.

Bu sözleşmenin arkasından amaçlanan İngiltere ve Fransa arasındaki nüfuz alanları üzerindeki bir uzlaşı değil, bilakis bilinçli olarak elitlerin bir Arap ulusal devletine dair yeni bir istekte bulunmalarını engellemektir. Zira üç klasik imparatorluğun- Avusturya–Macaristan, Osmanlı, Rus- düşüşünden sonra sömürge altında kalmış diğer millet ve halklara da aynı şeyler uygulanmıştır. 1920 Paris Konferansı’ndan amaçlanan, mezhep ve etnik kökenleri uluslara/küçük devletlere dönüştürmek suretiyle çoğunluğun sağlanması engellemek, bu şekilde sömürgeciliğe karşı çıkma ve tek bir devlet çatısı altında toplanma çabalarına mani olmaktır.

Ele alınan konular ise; Marunîler, Yahudiler, Ermeniler, Kürtler, Nusayriler, yerel kabileler ve yerli aşiretlerdir. Halkların kendi kaderini tayin hakkını da içeren Başkan Wilson ilkelerini yok sayma pahasına, bu halkların seçkinlerine -bağımsızlık için değil- referanduma hazırlanmaları bahanesiyle, kendilerine tayin edilmek istenen devleti sormaya elçiler gönderildi. Çünkü sömürgecilerin gözünde haklar, kendi kaderini tayin etme ve devletler inşa etmeye henüz hazır değillerdi (!)

Tabii ki sonuç istedikleri gibi oldu. Tek istisnası Suriyeli seçkinlerin I. Faysal önderliğinde kurdukları “Arap devleti” oldu. Ancak bu da Lübnan’dan gelen Fransız ordusu tarafından düşürüldü ve iki ülke haksız bir paylaşım sonrası Fransa’nın payı haline gelmiş oldu. Fransa, çoğunluğu ele geçirmenin ve parçalamanın “komiseri” oldu. Suriye’nin dört kasabası Lübnan’ın küçük bir Hıristiyan bölgesine bağlandı ve Suriye’de dört devletçik kuruldu: İkisi Şam ve Halep’te Sünniler için, üçüncüsü Aleviler ve dördüncüsü ise Dürzîler için… Bu devletçikler beş yıl sürdü, ancak Alevi ve Dürzî elitleri bu ayrımı kabul etmedikleri için düştü. “Büyük Lübnan Devleti” bağımsızlığını ilan etti ve 1926 anayasasında ulus devlet teorisi bağlamında “Lübnan ulusu” olarak kabul edildi. Bu teori “Her ulusun bir devleti hak ettiğini” söyler.

İngiltere ise daha ziyade Yahudileri Filistin’e çekmeye yoğunlaştı. Burada en az iki devletin olmasını arzu ediyordu.1920’de sayı yüz binden az olduğundan bölgede yoğunlaşma olmadan bunu yapamayacağını anladı. Hitler ve Nazizm olmasaydı 30’lu ve 40’lı yıllarda altı yüz bin Yahudi’yi getiremeyecekti! Hesaplar ve düzenlemelerin halledilmesinden on yıl sonra bölgede Araplar için sadece Suriye kalmıştı. Onun da sadece dört bölgesi elinden alınmamıştı. Bilakis İskenderun, Musul ve ‘Suriye’nin azınlıklar ve Araplardan farklı milletlerden insanlarla dolu’ olduğu bahanesiyle şu anda Kürtlere verilmek istenen yerler de elinden alınmış oldu. Dolayısıyla, Suriye’nin Arap kimliğine ve birliğine inananlardan hiçbirisi artık ulusal çoğunluğun üyesi değildir. Geçen yıllarda yaklaşık bir milyon kişi öldü, sekiz milyon kişi yerinden edildi. Giderek azınlıklar arasında çok büyük bir azınlık haline geldiler. Suriye Devlet Başkanı aylar önce bir televizyon kanalına verdiği demeçte ‘Suriye’ye karşı yıllarca süren savaş sonrasında sosyal dokunun daha uyumlu hale geldiğini’ belirtti. Aslında bu sözüyle Sünnilerin (aslında ülkede 20 milyon kişi) sayısını önemli ölçüde azalttığını ve güçlerini kırdığını söylemek istemiştir. Yani yapılan ve yapılmaya devam eden katliamlardan ve tehcirlerden sonra önceki azınlıkları artık kimse rahatsız edemeyecektir! Asıl konumuza geri dönelim. Arap projesi (azınlıkları) tehdit etmeyen bir devlet projesidir; onları korumakta ve yok etmemektedir (kimse birliği, aidiyeti ve egemenliğinden feragat etmemektedir).

Bu, doğası gereği ve ulusun veya çoğunluğun projesi olduğundan dolayı kimsenin mandası olmayı kabul etmez, topraklarını bırakmaz ve kimseyi kontrol etmek için güç veya siyasete boyun eğmez. Dolayısıyla «Sykes-Picot »’dan bu yana, listeye bu türden bir alternatif konmaması için son derece dikkatli davranıldı. Ancak yine de bu projenin hayata geçmesi adına iki tarihi adım atıldı:

Birincisi Arap Devletleri Ligi’nin (1945) kuruluş anıdır. Diğeri ise Arap iradesinin zaferiyle İngiliz-Fransız-İsrail’in Mısır’ı istila etme başarısızlığı ve neticesinde ortaya çıkan Suudi Arabistan ve Mısır arasındaki uzlaşma (1956).

1967’deki yenilgi bu projeyi yok etmek içindir (Suudi-Mısır birleşmesi geri döndüğü için.) Suriye ve Irak’taki yetkililer, -iki ülke Baas Partisi ve zihniyetine esir oldular- tek taraflı liderliğe ve rekabete girmeyip, bölünme ve intikam peşinde olmasalardı (Sykes-Pico anlaşması gereği!) Mezhepçi azınlık bir yapıya evrilmeyeceklerdi. Suriye ve ırak devletleri de etnik gruplara, mezheplere ve azınlıklara bölünmeyecekti!

“Çoğunluk Projesi” olan Arap projesinin bu pratikteki kopuşu, büyük sembolik kırılmalar takip etmiştir. Şimdi Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de neler olduğunu bir düşünelim. Irak’ta 10 milyon Sünni Arap siyasi anlamlarını yitiriyor, çünkü yarısı yerlerinden edilmiş durumda, evlerine dönen diğer yarısı ise geri dönmelerine izin veren ayrılıkçı milislere bedeller ödeyecekler. Yirmi milyon Suriyeli, üçte birinden fazlası evlerini terk etti, geri kalanlar ise beş kısma ayrılmış durumda: Beşşar rejimine tamamen bağlı bir bölüm ve bu insanlar günlük olarak rejime boyun eğdiklerini göstermek zorundalar. Kuşatma altında ve açlığa mahkûm olan bir kısım var ki Şam’ın çevresinden başlayarak Dera’ya kadar uzanıyor. Bir kısmı da İranlılar, Ruslar ve bunların militanlarının merhametine kalmış durumdalar ve terörle mücadele bahanesiyle kendi halklarının evlatlarına karşı savaşıyorlar! Bir diğer kısım da kuzey ve doğudaki Kürtlerle, bölücü veya federal projelerini onaylamak için savaşıyorlar. Geri kalan kısım ise Türklerle beraber Türk ulusal güvenliğini tehdit eden (Erdoğan’ın iddiası) Kürtlere karşı savaşıyor!

Lübnan’da cumhurbaşkanı ve hükümet, İsrail’den koruma, terörizme karşı savunma ve içeride silah kullanmama gibi Hizbullah’ın silahları için yeni işlevler ve erdemler icat ediyor. Sonra da bunun bölgesel bir güç olduğunu ve sadece “Ortadoğu krizinin bitiminden sonra!” bu silahlara bir çözüm bulunabileceğini iddia ediyorlar. Yemen’den gelen son haberler, Husiler’in Ali Abdullah Salih’i öldürdükten sonra mezhepsel veya siyasi açıdan kendilerinden farklı San’a halkını tehcire zorladıklarını gösteriyor. Çünkü artık onlar ülkeyi dağıyla ve deniziyle işgal etmek istediklerini gizlemeye ihtiyaç duymuyorlar! Arap projesi topluluk ve çoğunluk projesidir. Sykes-Picot anlaşmasının ve Balfour Deklarasyonunun 100. yıldönümünde bugün hatırladığımız bir projemiz var, çünkü bu proje olmadan hayatta kalamaz ve hiçbir şeye bağlanamayız. Sömürgeciler artık bir yere doğrudan müdahale yapmaya ihtiyaç duymuyorlar. Zira Amerikalılar ve Ruslar, ihtiyaç duyulduğunda yardıma hazır İsrail, İran ve Türkiye’ye sahipler. Bunlar büyük tehdit kaynaklarıdır. Bütün bunlar sindirme veya ümitsizlik meydana getirsin diye hatırlatılmadı. Ancak Araplığımız ve sahip olduğumuz değerler ile ayakta kalmak için zikredildi. Bu iki değere her kim bizden sıkı sıkıya sarılırsa bilmelidir ki eliyle kor ateşi tutmuştur. Gerçek güç ve kuvvet ancak Yüce Allah’a aittir.