Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Filistin-İsrail barışı mümkün mü? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

ABD Başkanı Donald Trump, İsrail’in dostluğunu elde edebileceği en iyi arkadaş olarak Ortadoğu ikilemine son verecek ‘Barış Anlaşması’na dair büyük planını kuracağının sözünü veriyor. Bununla birlikte bunu bir tehdit olarak algılayanlar da var.

Trump kendini çoğu zaman usta bir anlaşma adamı olarak niteliyor. Hatta bu konu hakkında bir kitap bile yazdı. Her şeyden önce peş peşe geçen 10 yıllık 6 dönemde birçok anlaşma kurucunun maharet ve tecrübelerine meydan okuyan bir meselede yeteneklerinden faydalanmak istemesi şaşırtıcı değil.

Önüne gelmiş başarı fırsatları neler peki?

Cevap kısa: Tabi ki hiçbir şey!

Bu, Trump’ın anlaşma imzalamaktaki olağanüstü yeteneklerini değersizleştirmek değil.

Ortadoğu ikileminde asıl mesele, ikilemi çözmeye çalışan tarafların sorunun ne olduğunu tam anlamıyla tanımlayamamış olmasında gizlidir. Bunun sonucunda da korkunç fedakârlık, düzenbaz idealizmle yüzleşmek için yeryüzüne soyutlanma lehine varoluşsal gerçekliği getirdi.
“Efsane”nin şimdiki aşaması 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle başladı.

İlk anlaşmanın mimarı dönemin İngiltere Başbakanı Clement Attlee idi. Tükenmiş Osmanlı döneminde Büyük Suriye’nin (Bilâd-ı Şâm’ın) ‘Filistin’ adıyla meşhur olan en önemli kısmının kaderini üstlendi. Ganimetin bir kısmını Ürdün anlaşması yararına bizzat ayıran İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın etkisi altında Attlee, açık bir şekilde geri kalan kısmın, Büyük Britanya’nın çatısı altındaki Arap coğrafyasının müttefikleri arasında pay edilmesine razı oldu.

Britanya’nın yükselen bu tutumu, eski ABD Başkanı Harry Truman tarafından açık bir muhalefetle karşılaştı. O da kendisini yetenekli bir oyun kurucu olarak görüyordu. Rakip oyun kurucular arasındaki çekişme duvarlarını yıkmak için Londra ve Washington tarafından Anglo-Amerikan araştırma komisyonu kurmaya çalışıldı.

Truman’ın söz konusu meclis için atadığı elçi, Kaliforniya eyaletinden Katolik yargıç Bartley Crome idi. Kendisi bu mesele hakkında hiçbir şey bilmediğini dile getirmişti. Buna rağmen bölgede yargıçlık yaptığı aylar boyunca komisyonun gerçekleştirdiği dinleme oturumlarında Arap devletlerinin elçilerini, asli unsurları, Hristiyanları ve Yahudileri dinleyen Sayın Crome, Yahudiler için ulusal bir vatan kurulması sonucuna vardı. Nitekim Büyük Britanya 1917 yılındaki meşhur Balfour Bildirgesi’nde bunun sözünü vermişti ve bu, bu konuda imzalanan herhangi bir anlaşmanın bir bölümü olmalıydı.

O zamanda İngiltere, bölgede emirlikleri ortaya çıkmaya başlayan Sovyet tehdidi karşısında Balfour sözünün sınırlarını aşarak bir Arap bloğu oluşturma hedefi doğrultusunda hareket etti.

Hem Attlee hem Truman, farklı anlaşmalarını dayatma noktasında başarısız oldu. 1947 Şubat’ında İngiltere Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, BM oyun sahasına bir top attı.

1947 yılının Kasım ayında Genel Kurul, 181 sayılı yeni Genel Kurul kararını geçerek kendisini yeni oyun kurucu olarak atadı. Söz konusu karar Filistin topraklarında biri Araplara diğeri Yahudilere ait komşu iki devlet kurulmasını öneriyordu.

İngiltere söz konusu kararın oylanmasını engelleyen devletlerden birisiydi. Karara karşı oy kullanan diğer 12 devlet de şunlardı:
Afganistan, Küba, Mısır, Yunanistan, Hindistan, Irak, Lübnan, Pakistan, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye ve Yemen.

Bununla birlikte çok geçmeden BM’nin de bu ikilemde anlaşmaya varamayacağı belli oldu.

BM Genel Kurulu’nun kararı uzun, oldukça ayrıntılı ve sadece uzman birkaç avukatın anlayabileceği pek çok kavramla doluydu.

BM başarısızlığı kabul etmek yerine anlaşma yapma oyununa devam etti. Dag Hammarskjöld’den Kurt Waldheim ve U Thant’a kadar ardı ardına göreve gelen genel sekreterler bu ‘anlaşma’yı imzalamak için özel elçiler atadılar.

Bazı elçiler özellikle de İsveç elçi Gunnar Jarring, kendilerinin anlaşmayı imzalamanın çok ama çok yakınında olduklarını iddia ettiler. Her seferinde anlaşmayı imzalamaya yaklaştıklarını ancak bir netice alınamadığını duyuruyorlardı.
Mesele 70’lere kadar ‘Arap-İsrail Savaşı’ olarak isimlendiriliyordu. Bu tabir, bölgede çıkan dört savaşı temize çıkarıyordu. Bu on yıl aynı zamanda Ortadoğu içinde anlaşma kurmada büyük bir yönelimin de başlangıcı oldu. ‘Modern Prens Metternich’ lakaplı Henry Kissinger da kendisini meşhur eden kâğıt karıştırma diplomasisi ile aynı serabın peşine düştü ancak seleflerinin uğradığı başarısızlığa mahkûm oldu.

Bu yolda onu eski Amerika Başkanı Jimmy Carter izledi. O Mısır ve İsrail arasındaki ateşkes anlaşmasında bir başarı elde etti ancak barış sürecini uzak ufuklara sürdü.

80’lerin başlamasıyla Ortadoğu çekişmesi ‘Filistin Sorunu’ olarak adlandırılmaya başladı. Anlaşmayı imzalama yönündeki eski rüya herkesin zihninde bir tasarı olarak kaldı.

O zamandan bu yana muhtemel anlaşma kurucuların listesine yeni isimler eklenmeye devam etti. O kadar ki hepsinin ismini zikretmeye bir makale yetmez. Bu isimlerin arasında eski Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve İngiltere Başbakanı Tony Blair de yer alıyordu. Tamamen farklı bir tarzla Norveç hükümeti de kovasını daldıran bir diğer ülkeydi. 2005 yılında Almanya Şansölyesi unvanını alan Angela Merkel de Ortadoğu anlaşmaları kurma oyununu oynama fikrine sahipmiş gibiydi ancak meşhur bilgeliği ile çok geçmeden ilgisini başka meselelere yöneltti.

Bu anlaşma kurucuların başarısızlığa uğramasının birçok sebebi var.

Öncelikle barış kesinlikle müzakereler yoluyla gerçekleşmez; savaşın galibi tarafından dayatılır. Tarihte savaşların gerçekleri ve sonuçlarının anlatıldığı bir tane bile örnek yoktur. Genelde dışarıdan birinin bu çatışmalarda birbirini boğazlayarak barış istemeyen taraflara barışı dayatmada başarılı olduğu zikredilir.

İkinci sebep; dışarıdan dâhil olan anlaşma kurucuların kendi menfaatleri ve gündemleri var ve bu da iç içe geçmiş menfaatler ağını göründüğünden daha karmaşık hale getiriyor. Örneğin; Amerikalıların anlaşma kurmaları durumunda akla gelecek ilk soru şu olur: Bize petrol satıp bizden silah satın alan Araplara karşı çıkmadan ABD’deki Yahudilerin oyları nasıl elde edilir?

Üçüncü sebep; anlaşma kurmak isteyenler mevcut durumun yeryüzü açısından önemini tam olarak idrak edemiyorlar.

Mevcut durum çekişen taraflar için ne kadar az seviyede kabul edilmiş olsa da tanımlanamayan bir barışa ulaşma hedefiyle onu tehlikeye sokma arzusu büyük ölçüde azalır. İnsanların birçoğu idealize etmeden mevcut durumu yaşamaktadır.

Rusya ve Japonya her ikisi de teknik açıdan savaş halinde olmalarına rağmen bir arada yaşıyor, birbirlerine destek oluyor ve ‘sağlıklı’ ilişkilerini koruyorlar. Üstelik Rusya hâlihazırda tartışmalı Kuril Adaları’nın bir kısmını da işgal etmiş durumda.

Aynı şekilde Çin ve Hindistan da Çin’in iki ülke arasındaki sınır hattı boyunca yer alan büyük Hint bölgelerini kendi topraklarına katmasına rağmen bir arada varlıklarını sürdürüyor.

Teknik açıdan savaş halinde kabul edilen Bolivya ve Şili örneği de var ki aynı şekilde Şili de Bolivya’nın okyanustaki tek geçidini elinde tutuyor. BM’ye üye 198 devletten en az 89’u bölgesel ve sınır çekişmeleri ile ya da isyankâr hatta bazı durumlarda ayrılıkçı azınlık unsurları ile meşgul durumda.

Mitolojide veya tarihte kökleşmiş iddialar ve gerçekleşmemiş rüyalara katkıda bulunacak olursak; BM üyesi devletlerin büyük çoğunluğu komşuları ile ucu açık savaşlar yaşıyor. Ben hiçbir Meksika vatandaşı ile karşılaşmadım ki Kaliforniya ve Teksas eyaletlerinin Meksika’nın özel bir toprağı olduğunu düşünmesin. Yahut da hâlihazırda Arnavut Müslümanlarının egemenliğinde olan Priştine’nin ‘kutsal şehirleri’ olduğunu unutabilecek bir Sırp vatandaşı bulamazsınız. Aynı şekilde Eski İran’ın başkenti olan Bağdat’ın şimdi bir Arap şehrine dönüşmüş olmasından dolayı kederlenmeyen İranlıların sayısı oldukça azdır.

En son ve en önemlisi de gerçek anlamda savaşanların rızası olmadan herhangi bir anlaşma imzalanması ya da barış elde edilmesi mümkün değildir. Böyle bir isteğin olmadığı bir durumda en olası hedef İngiliz şair Eliot’un da dediği gibi iki taraf arasında birlikte yaşamaya, hayata ya da yarı hayata izin veren bir ateşkes durumudur.

Bununla birlikte anlaşma kurucu Sayın Trump’ın yapabileceği bir şey var. İsrail ve Filistinlilerden her bir kampın gerçek anlamda istedikleri ile alakalı olan anlaşmayı imzalamak için çalışmayı isteyebilir.

Bu aşamada bahse girerim ki taraflardan hiçbiri kendi kampları içinde kabul edebilecekleri anlaşma formunda bir ittifak gerçekleştiremeyecekler; en azından örtük olarak. Her iki taraf da mevcut durumdan memnun. Zira onlar için gerçek anlamda bir barışla sonuçlanmayacak ‘barış süreci’ni uzatmaktansa bu durumu yaşamak tercihe şayan.