“Direniş mi pes ediş mi?” Bu günlerde Tahran siyaset kulislerinde yaygınlaşan bir soru bu.
ABD ve müttefikleri tarafından yeni ekonomik yaptırımların dayatılması ihtimali, 1979 yılında mollalar ülkenin iktidarını ellerine geçirdiklerinden beri İran’ın siyasi ortamını belirleyen tartışmanın yoğunlaşmasına katkı sağladı.
İlk bakışta bu soruya en yaygın karşılık ‘direnç’ çizgisini netleştirmek gibi duruyor; direnişin gerçek anlamda ne şekilde olacağına bakmaksızın…
Hâkim konumdaki Humeynici seçkin tabaka, geçtiğimiz 40 yıl süresince iki kısma ayrıştı: ABD ile orta yolda buluşmaya her daim hazır olan ve ‘ayak uyduranlar’ lakabıyla anılanlar ile ‘Büyük Şeytan’ ile iletişimi reddeden ‘ayak direyenler’.
Mollaların devrimden sonra Mehdi Bazergan Başbakanlığındaki ilk hükümette İran asıllı 5 Amerikan vatandaşı yer alıyordu. Dolayısıyla ‘ayak uydurma’ eğilimi daha ağır basıyordu. O hükümet, o dönemdeki soğuk savaş bağlamında Sovyetler Birliği tehditlerine karşı koyma düşüncesiyle ABD ile ortaklık stratejisi oluşturmayı uygun gördü. Ancak böyle bir stratejinin ışığı görmesi mümkün olmadı. Zira çok geçmeden Tahran’daki ABD elçiliğinin diplomatik hayatını ateşe veren siyasi bir yanardağın göbeğinde, Bazergan beyin ve ABD dostu ekibinin etrafı sarıldı. Sonra da savaş, gerginlik ve sıkıntılarla geçen on yıllar başladı. Bu on yıllarda da İran iç ve dış politika sahnesini saf devrimciler idare etti; ‘ayak uyduranlar’ın rolünü ülkedeki siyasi sahnenin her alanında saf dışı bırakarak…
Sonraları Amerikan donanması, İran Devrim Muhafızları’na (DMO) bağlı bir gemiyi batırdı ve bu gelişmeyi Humeyni’nin çaresiz geri çekilişi izledi. Bir süre sonra Humeyni vefat etti ve gerçek anlamda bir fayda sağlamadığı kesinleşen ‘ayak direme’ ve ‘direniş’ dosyası da kesin olarak kapanmış oldu.
Bunun ardından yaklaşık bir on yıl da siyasi yelpazeyi olabildiğince genişletmiş ‘ayak uyduranlar’ takımının, gizlilik ve sakinlik içerisinde ‘Büyük Şeytan’ ile dost olmaya çalışan egemenliğine şahit olundu.
Bununla beraber Büyük Şeytan ile önce gizli sonra açıktan yürütülen on yıllık diyalogun da aynı ölçüde işe yaramaz olduğu ortaya çıktı ve bu, ‘direniş’ çizgisi doğrultusunda ve Mahmud Ahmedinejad’ın ülkenin başında belirmesiyle sembolleşen şiddetli bir tepki doğurdu. Hepimizin de bildiği gibi bu ‘direniş’ teşebbüsü de başarısız olarak İran’ın milli ekonomisine uzun vadeli zararlar verdi. Üstelik ülkenin toplumsal dokusunu da bozdu.
Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanlığının feci bir şekilde sona erişi, ‘ayak uyduranlar’a başarısızlığı defalarca kanıtlanmış eski yollarını yeniden denemek için yeni bir imkân sağladı. Birçoğu, eski ABD Başkanı Barack Obama ile İran’ın hâlihazırdaki cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin iki ülkenin halklarını ‘nükleer anlaşma’ olarak adlandırılan şeyi destekleme konusunda ikna etmeleri için ortaya koydukları ortak çabaları övdü. Bunun da ‘ayak uydurma direnci’nin kısır döngüsüne kesin bir şekilde son verdiğine inandılar.
Şimdi her şeye rağmen biliyoruz ki bu fasıl da kapandı. İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, bunu doğruladı. Geçtiğimiz Pazar günü Tahran’da yaptığı son konuşmasında Zarif, Başkan Obama’nın kendi tabiriyle ‘nazik bir dost’ olduğunu ileri sürdü. Öyle ya dünyayı aldatmada Humeynici ortakları ile makul bir açıklık seviyesine erişmedi.
Bugün İran, acınası ve utanılası bir derecede zayıflığını ve yetersizliğini kanıtlayan iki hileli bir at gibi görünüyor.
Bir gazeteci doğal olarak geleceği tahmin etme yeteneğine sahip değil. Ancak bana Humeyni rejiminin kendini kurtarmak ve dökülen yüzsuyunu daha uzun bir süre korumak için alışıldık aldatma ve geri çekilme stratejisinde sahte ikili numaralarının hiçbirine artık pek güvenmiyormuş gibi geliyor.
Bu başarısızlığın ardındaki asıl neden, İran rejiminin derdini anlatma ve özellikleri ile ilgili tüm taraflara acı ve hüzünden başka bir şey vermeyen politikalarına bağımlılığın sebeplerini önce halka, sonra dış dünyaya açıklama konusundaki gözle görülür beceriksizliğidir.
‘Yüce Rehber’ Ali Hamaney’e yakışan, İran milli televizyonlarına çıkıp Suriye’de halkını öldüren Beşşar Esed’e destek olmasında ne gibi bir ülke çıkarı olduğunu ya da isyancı gruplara destek olmak ve Yemen’deki iç savaşı uzatmaktan ülkenin ve halkın ne kazanacağını tüm açıklığıyla halka anlatmaktı.
Yakın bir zamana kadar Humeynicilerin öne sürdüğü iddialardan biri şu idi: ABD’ye karşı gerçek veya kurgusal düşmanlık da dâhil olmak üzere İran halkının çıkarlarına büyük ölçüde zarar veren o mevcut politikalar, halen İran İslam devriminin çıkarlarına hizmet etmekte. Bir diğer deyişle egemen devrimci ideolojik söylemi muhafaza ederek İran’ın ulusal çıkarlarını feda etmekte ve bunu mantıklı ve ikna edici açıklamalar arasında görmektedir.
Bununla birlikte artık bu iddia bile bir köşe taşına sahip değil. Suriye bataklığında ölen binlerce insan ve boşa giden milyarlar, İran’ın milli çıkarlarına korkunç derecede zarar verdi. Dışarıdaki devrimci Humeynici dava düzleminde kayda değer bir ilerleme sağlanmasında sefil bir şekilde başarısız olundu.
Beşşar Esed ve tayfası, Vladimir Putin ve onun ülkesinin şahsında yeni ve güçlü bir hami bulduğundan emin olduktan sonra İran ile olan ilişkiyi bölgesel düzeyde en tehlikeli etkenlerden biri olarak görmeye başladı. Esed’in, İran’ın Suriye topraklarının yeni kurtarılmış bölgeleri olarak bilinen yerlerinde kültür merkezleri açma planlarına şiddetle karşı çıkması garip değil. İran mollaları ve askeri işbirlikçiler artık istedikleri zaman Suriye’ye doğru akamıyorlar. Oraya vardıklarında da 5 sene önceki muamele ve saygı ile karşılanmıyorlar. Yemen’de Husiler’e boyun eğmiş bölgelerde bile İran artık önceden sahip olduğu önem ve etkinliğe sahip değil.
Lübnan’da da aynı şekilde. Tahran sözcülüğü yapan önde gelen Lübnan gazetelerinden birinin editörüne göre İslam Cumhuriyeti, müttefiklerinin ve paralı askerlerinin maaşlarını ödemekte karşılaştığı zorluklar sebebiyle oradaki büyük etkinliğini de yitirmiş durumda.
Bununla birlikte olayların ucunda bir felâket belirmeye başladı. Belki bu, İranlılar açısından altın değerinde elverişli bir fırsata dönüşür. Yani hem iktidardaki rejimi hem de ona karşı çıkanları karar almak bakımından eşit kılacak: Gerçekten İran’ın iflas etmiş devrimci ideolojilerin motoru olarak devam etmesini mi istiyorlar yoksa dünyanın her yerindeki tüm ulusal devletler gibi meşruiyet sahibi, niceliksel ve akılcı değerlendirmede bulunan ve analiz edilebilir çıkar hesapları yapabilen ulusal bir devlet olarak hareket etmek mi?
Ben şimdi ile geçmiş arasında tarihsel karşılaştırmalar yapma meraklısı değilim. Ancak bugün İran’ın karşı karşıya olduğu çıkmaz, daha önce devrim tecrübesi yaşayan pek çok devletin de karşısına dikilmişti. Başkan Richard Nixon, bu çıkmazdan kurtulup kendisini saygın bir ulus devlete dönüştürme tercihinde Çin Halk Cumhuriyeti’ne yardımcı olmuştu. Başkan Ronald Reagan da Rusya’nın ve eski 14 Sovyet cumhuriyetinin yeniden dirilip birleşik bir ulus devlet olmasına destek olarak Sovyetler Birliği’ne karşı benzer bir rol oynamıştı. Şimdi Başkan Donald Trump’ın da önünde benzer bir fırsat var. Nitekim İran’ı sadece faydasız devrimci ideolojilerin motoru olmaktan kurtulup milletler topluluğunun geleneksel bir üyesi haline gelmesi konusunda cesaretlendirebilir. Bundan ekonomik yaptırımlar stratejisi anlaşılmamalı. Bizzat istenen bir şey anlamı da çıkmamalı. Bu işin, Barack Obama’nın usta olduğu aldatıcı yeni diplomatik hile ve oyunlar uygulanması ile de bir ilgisi yok.
Başkan Trump’ın Tahran yönetimine eski hile ve oyunlarına devam etmesinin kabul edilemez olduğunu göstermesi gerekir. İster aldatma ve geri çekilme şeklinde olsun ister yapmacık direnç; fark etmez.
Hedef, İran’ın ‘Humeynicilik’ illetinden ‘kendini kurtarmasına’ ve herkesin saygısını ve takdirini kazanmış bir ulus devlet olarak siyasi sağlığını geri kazanmasına yardımcı olmaktır.