Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Bir diktatörün farklı niteliklere ihtiyacı var mı? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Esed rejiminin Lübnanlı destekçileri, Rejim’in Lübnan’a geniş kapıdan yeniden dönmesi için önerdikleri yollar hususunda farklılık gösteriyorlar. Esed rejimi ile iyi ilişkileri olan ve geçtiğimiz birkaç yıl içinde Lübnan vatandaşlığı alan Suriye asıllı işadamları, doktorlar ve mühendisler, Esed ve rejiminin yerinden edilmiş Suriyelilerin geri dönüşü konusunda yardımsever ve istekli olmasını açıktan ve gizlice teklif edip duruyorlar. Ayrıca bunun için de Lübnanlılar, Suriyeliler ve Ürdünlülerin faydalanacağı geçiş koridorlarının oluşturulmasını talep ediyorlar.

Böyle bir hamlenin iki faydası olacağını söylüyorlar: Lübnanlılar, son 30 yılda gerçekleşen hegemonya, baskı, istismar ve suikastları unutmuş olurlar!

Diğer fayda ise yeni kısıtlamalar ve piyasalarda yaşanan durgunluk nedeniyle yatırım fırsatları arayan Lübnanlı ve Ürdünlü şirketler, Suriye’nin yeniden imarına önemli bir katkı sağlayabilirler! Zira özellikle Lübnan ve Ürdün’de muazzam bir Suriye, Filistin ve Arap sermayesi var. Ama geçmiş yıllarda Şam’dan kopamayan Esed’in sadık yarenleri –kendilerini bu şekilde niteliyorlar- bu türden işler için sevgi ve hoşgörü yöntemlerinin kullanılmasını kabul etmiyorlar.
Bu kesim şöyle düşünüyor; Lübnanlılar Esed ailesinin despotça yöntemlerine alıştılar; korkarlar ve boyun eğerler, dolayısıyla şiddet içermeyen başka yöntemler aramaya gerek yoktur. Lübnan fonlarını zorla Suriye’ye getirmek gerekir. Lübnan’da yaşayan yaşlı Suriyeli bir siyasetçi şöyle diyor; “Artık hiç kimsenin sadakat kazanmak için sabrı ve zamanı yok, sindirme ve şantaj yapmak en kestirme yoldur.” Her halükarda Esed, Nasrallah ve Hizbullah dışında Lübnan’da hiç kimseyi korkutamıyor. Mısırlıların dediği gibi “Biz o korkmayan gruptanız!” Emekli General Cemil Seyyid, geçtiğimiz yıllarda Esed’in katliamlarını desteklemeyen Başkan Berri’yi tehdit etti. Berri de, uzun bir sessizlikten sonra herkesi Suriye’ye gitmeye davet etti! Ardından aynı General, ABD’yi (bu arada Amerikalılar Lübnan ordusuna yardım ediyor!) ziyaret ettiği için ordunun komutanını tehdit etti, gerekçesi ise bu ziyaretin Baalbek bölgesinde güvenlik zafiyeti oluşturması!

Talal Arslan, devrim sırasında Esed’e karşı çıktığı için Velid Canbolat’ı tehdit etti ve Dürzi’lerin her zaman Suriye devleti ve başkanının yanında yer aldığını söyledi! Ancak Suriye’ye sadakatte yeni bir misafir var: Dışişleri Bakanı Cibran Basil… Bir yıldan beridir Esed ve onun Dışişleri Bakanı’na dalkavukluk yapıyor, Suriye istihbarat şefi ile görüşmek üzere partisinden bakan ve milletvekilleri yolladı. Aslında generalden sonra başkan olacağına emindi ve bu konuda partiyi razı etmenin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak Berri ile fikir ayrılığına düştü. Süleyman Franjiye de Esed ve Suriye’nin bir dostu olduğu ortaya çıktı. Aynı şekilde Caca da dik başlı çıktı. Böylece rekabet kızıştı. Hariri’yi yerinden edilmişler için Esed’le diyaloga geçmeye zorladı. Aylardır giriştiği başkanlık savaşında Esed’in desteğini almak istiyor, oysa Avn’ın hala dört yıllık başkanlığı var! Basil, Hariri, Canbolat ve Caca’ya Esed’e karşı gelmelerinden dolayı –hala da karşı geliyorlar- baskı yapabileceğini düşünüyor.

Bir diktatör Suriye savaşı gibi korkunç bir savaştan sonra hangi niteliklerinden dolayı ayakta kalabiliyor? Bir aydan az bir süre içinde, Şam’ın banliyölerinden olan, yıllardır kuşatma altında bulunan, savaşçıları yerinden edilmiş, geride kalan binlercesi tutuklanmış Dera beldesinde bulunan ailelere tebligatlar yapıldı. Nüfus idaresi, tutuklanmış bu kişilerden bin kişinin ölüm evraklarını ailelerine ulaştırdı. Bu ölenler 2013 veya 2016’dan bu yana tutuklu bulunuyorlardı. Suriye cehenneminde bulunan bir milyondan fazla tutukludan en az 100 bin kişinin kaderi bu şekilde olacaktır! Bu durum, rejimin yeni bir güç gösterisi yapma peşinde olduğu anlamına geliyor; Vatandaşların nüfus bilgilerini güncelleme adı altında ölüm haberleri tebliğ ediyor. Ardında yatan neden ise korkutma ve sindirme sürecini devam ettirmek…

Suveyda ve köylerindeki yüzlerce Dürzi’nin daha bir hafta önce öldürülmesi bu sindirme araçlarından biridir. Suveyda Dürzileri 2013’ten bu yana rejim tarafından tarafsız kalmaya zorlandılar, çoğu, devrimcilerle birlikte hareket etmediği gibi devrimcilere karşı savaşta rejimin yanında da yer almadılar ve bu amaçla silah altına alınmayı da reddettiler. 2014 yılında “DEAŞ” ın ortaya çıkışından bu yana, rejimin, İranlıların ve Rusların üçüncü veya dördüncü düşmanı oldular. Ancak ne var ki bunların hepsi (genellikle birlikte veya paralel olarak), iki yıl önce Tedmur (Palmira) kentinde, birkaç gün önce de Yermuk havzasında olduğu gibi, biri diğerinin lehine çekilmek suretiyle Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) birliklerine karşı savaşıyorlardı. Önemli olan şu ki, bu “DEAŞ” örgütü Suveyda’ya saldırdı, oradaki halkın bir kısmını öldürdü, diğerlerini de kaçırdı, sonra da Yermuk havzasının köylerinden, keskin nişancılar ve silahlarla birlikte çöle doğru çekilmesine izin verildi. Suriye rejimi havzadaki köylerin ele geçirileceğini ilan etti, ağır bombardımanın ardından pek tabii ki hiç kimse ölmedi! Aynı şekilde Lübnan ordusu, Baalbek ve El Ka’ tepelerini karadan ve havadan dört gün boyunca bombaladı, ama DEAŞ örgütünden kimse ölmedi! Çünkü Hizbullah, cihad görevlerinin(!) bitiminden sonra onları Suriye’deki arkadaşlarının yanına otobüslerle götürmüştü! Bu öyküler, acıyı arttırmaya veya sözde “komplo” bilincini arttırmaya yönelik değildir. Daha ziyade, 21. yüzyılın yeni diktatörlüklerinin, hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmadıklarını, sadece öldürülmek veya iktidardan düşmekten korktuklarını ortaya koymak içindir. Bu nedenle çoğu güçlü bir şekilde ayakta kalabiliyorlar ve tüm rakipleri ve düşmanları ortadan kaldırılana kadar da yaşıyorlar! Yani en son bunlar ölüyorlar!

Amerikalı yazar Paul Johnson büyük bir entelektüeldi, ama entelektüelleri sevmiyordu. Bu nedenle, onların ahlaki açıklarını ortaya koyan bir çalışma yayınladı ama yeterince ilgi görmedi, ancak “Sur’u kim üfledi? Kültürel Soğuk Savaş” başlıklı çalışması ilgi çekti. Konusu ise liberal ve sol eğilimleri olan Amerikan ve Avrupalı entelektüeller etrafında dönüyor. Amerikan istihbaratı ve onun kültürel kurumları onları kazanmak için mücadele ediyorlardı. 1950’ler ve 1970’ler arasındaki Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’ne karşı hareket etmeleri ve hür dünyanın lideri olarak niteledikleri kendi liderlerinin yanında yer almaları arzulanıyordu. Yazar, buradaki niyetin, Stalinist Rusya’nın “ayakta kalmasını” Batı’daki bu yazarların yazıları aracılığıyla engellemek olduğuna inanıyordu. Fakat Rusların neden kapitalizme ve nükleer savaşa (Hiroşima ve Nagazaki’den sonra) karşı olanların çalışmalarıyla gerçekten ilgilenmediklerini merak ediyor. Birçoğu CIA’in kendileriyle ilgisi ve KGB’nin ihmali arasındaki ironi hakkında şikâyette bulundular! Aslında şaşılacak bir durum yok. Amerikalılar ve Avrupalılar, solcu bilim adamları ve yazarlarının kendi genç erkekleri ve yeni kuşaklarını etkilemesinden korkuyorlardı. Rus yetkililer ise halklarının kendilerini her halükarda gönüllü veya gönülsüz destekleyeceklerini biliyorlardı. Batı’dan ajan ve casus çekmek için de çok hevesliydiler. Entelektüeller ise, kapitalist sisteme karşı çıkmış olsalar bile, Sovyetlere karşı rezervleri çok daha fazla ve onları rahatsız ediciydi.

Uluslararası çevreler, Ruanda’nın Başkanı Paul Kagame’ye hayranlık duyuyor. Bu ülkede Hutular ile Tutsiler arasında gerçekleşen katliamlar iki yıldan kısa bir sürede bir milyona ulaşmıştı. Neyse ki panik ve yerinden edilme durumu yerini sakinliğe bıraktı ve Batılılar gerçekten de Ruanda ve Burundi’ye barış getirmek için çabaladılar. Ruanda’nın en büyük şansı ırkçılıkla uzun bir süre mücadele veren Güney Afrika lideri Mandela’ya benzer bir adamın başkanlığa seçilmesiydi. 10 yıl ya da daha az bir süre içinde genel bir af çıkarılmış, geçiş dönemi adaleti uygulanmış ve büyük bir ulusal uzlaşma hayata geçirilmiştir. Ruanda şimdi sürdürülebilir kalkınmaya ulaşan Afrika ülkelerinin ön saflarındadır! Elbette, Kagame bu başarıyı tek başına elde etmedi bilakis ulusal bir elit kesim ortaya çıktı, mücadele ettiler ve kan dökmekten nefret ettiklerini tereddütsüz ortaya koydular.

Beşşar Esed ise 10 milyon insanı yerinden ederek, yarım milyondan fazla insanı da öldürerek iktidarda kalmayı başarabildi. Bu asil göreve(!) İranlılar, İrancılar, Ruslar ve Iraklı, Pakistanlı, Afganlı milisler, DEAŞ ve benzeri örgütler yardım ettiler. Lübnanlı, Ürdünlü ve Filistinli halkın desteğine ihtiyaç dahi duymadılar! Bunların hepsi zaten mağdur edilmiş, mazlum halklar, onlara düşen bu rejimi sevmek değil –zaten ihtiyaç dahi duyulmuyor- boyun eğmektir!

Yirmi yıl önce bir televizyon programında duymuştum; Suriyeli entelektüel ve romancı Dr. Abdusselam el-Acili (Deyrizor’lu olduğunu zannediyorum) şöyle diyordu: “diğer Suriyeliler ve diğer Araplar gibi ben de boyun eğmek durumunda kaldım.” Ancak bu adam hiçbir zaman despot bir rejimi övmedi, çünkü övülen kişi bunu takdir etmeyecek ve bu öven kişi bundan dolayı da onların seviyesine gelemeyecek.
Benden onları övmem isteniyor
Hangi maktul katilini övebilir ki!