İran’ın bir dış savaşa mı ihtiyacı var? Nitekim birkaç saat önce, İran’daki en fanatik kanadı temsil eden ve “Yüce Rehber” Ali Hamaney’in Sözcüsü sayılabilecek ‘Arman Press’ sitesinin editörü İranlı yazar Ali Rıza Furkani, bu yönde bir açıklama yaptı.
Furkani, ülkesinin bir dış savaşa olan ihtiyacından bahsediyor. Bu noktada yeni bir şey söylemiyor. İçerideki sorunlardan kaçmak ve bu sorunları savaşlar yoluyla dışarıya aktarmak, İran’ın huyudur. Bununla beraber Furkani’nin sözlerinde dikkat çekici olan şey, İran’a bağlı intihar eylemcilerinin, olası bir savaş yoluyla 112 ülkede Amerikan üslerini vuracağını açıklamasıydı.
Furkani’nin konuşması, İran Devrimi Muhafızları’nın (DMO) eğilimlerinden çok da uzak değil. Nitekim DMO Komutanı Muhammed Ali Caferi de İran’ın ABD’ye karşı büyük bir savaşa dalmaya hazır olduğunu duyurdu. Her ne kadar Amerika’nın, en sonuncusu Savunma Bakanı James Mattis ağzından yapılan açıklamaları, Washington’un bir savaş niyeti taşımayıp tek derdinin İran’ın bölgeye ve dünyaya karşı takındığı tavrı değiştirmek olduğunu işaret etse de…
Furkani’nin Hamaney ve Caferi’nin görüşünü destekler mahiyette ortaya sürdüğü şeyler, oldukça tehlikeli. Öte yandan savaşın iki tarafına yönelik nitelik değerlendirmesi de oldukça kayda değer. Buna göre bir taraf, kutsal bir mücadele ve cihadı temsil ederken, diğer taraf insanlığın saldırgan eğilimlerini temsil ediyor. Birincisinin İran’ı, diğerinin ise Amerika’yı işaret ettiğini söylemeye gerek var mı?
İran kendine özgü ‘dikkat dengesi’nden şaşıyor mu?
Önceki tanım, başlatılması tasarlanan herhangi bir savaşta veya güçlü bir rakiple karşılaşmayı önleyici değerlendirmelerde askeri stratejistlerin zihinlerini meşgul eden en önemli meselelerden biridir. İster savaştan önce ister savaşın tekerlekleri dönmeye başlamışken; fark etmez.
‘Dikkat dengesi’, ince hesaplarla örülmüş stratejik bir süreçtir. Bu noktada yapılacak bir hata, karşılaşmanın kaybedilmesine sebep olabilecek bir çatışmaya girmek anlamını taşır. Tarihsel planda bunun bilincinde olanlar da olmuş, başarısız olanlar da. Hitler, Amerika’nın savaşa müttefikler yanında girdiğini umursamadığında sonu, ağır bir yenilgi oldu. Deneyimli Rus liderleri kovduğunda ise ülkesini 1973 Ekim savaşı öncesinde tüm NATO ile karşı karşıya kalmaktan korumaya çalışıyordu.
Görünen o ki İran, ‘dikkat dengesi’nin epey bir uzağına düşmüş. Özellikle de Amerika’nın ve Körfez içinde ve dışındaki diğerlerinin çıkarlarını tehdit eden açıklamaları onu, Amerika’nın aşılmasına hoş bakılmayan kırmızı çizgileri ile karşıya bırakıyor.
Tahran, Arap Körfezi’nin egemenliğini elinde bulunduran bölge efendisi olarak Ortadoğu ve Doğu Asya’da bölgesel bir oyuncu olmanın hayallerini kuruyor. Ancak böylesi bir etkinliğe talip olan herhangi bir devletin sağlaması gereken şu iki temel şartı gözden kaçırıyor:
Birincisi, içeriyi ve dışarıyı ilgilendiren projeleri finanse edebilecek kadar büyük bir ekonomik güce sahip olması. Bu, İran’ın hiçbir şekilde sağlayamayacağı bir şart. İran sokaklarının öfkeli hali, ülkenin ekonomik durumunu soruya yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde anlatıyor.
İkincisi, söz konusu topraklar üzerinde istediği her şeyi yapabilmesini sağlayan devasa ve uzun menzilli askerî bir güce sahip olması ki bu da İran’da yok. Elinde bulundurduğu silahlar, Sovyetler askeri tersanesinin 70’lere kadar ürettiklerinin kalıntılarını aşmaz. Övündüğü füzeleri ise Patriot sistemleri ve dünyanın bilmediği ve karşıdakini etkisiz hale getiren daha başkaları ile karşılaşacak.
‘Dikkat dengesi’ kavramı, şu soruyu çağrıştırıyor:
“Ekonomik yaptırımların boynuna binmesi halinde İran, tepkilerine devam eder, Hürmüz Boğazı’nı kapatmaya karar verir veya Babü’l-Mendeb’te denizciliği askıya alırsa, yani Amerika ile askeri çatışmayı ertelemeyip intihar bombacılarının yanı sıra suikast ekipleri yoluyla dünyanın dört bir yanında güvenliği tehdit etme noktasında gurura kapılırsa ne olacak?”
Açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla İran’ın askeri senaryosu, komşu ülkeleri ya da ABD’nin Körfez ve Ortadoğu’daki tesislerini taciz etmekle işe başlayacak. Bu noktada ABD’nin önce İran ekonomisi üzerinden çatışmacı senaryosu devreye girecek ve tek bir gün içerisinde görülmemiş bir şekilde ekonomiyi yerle bir edecek. Bunu sınırlı sayıdaki petrol rafinerilerine, elektrik santrallerine, enerji merkezlerine, köprülere, su istasyonlarına ve dağıtım merkezlerine saldırarak gerçekleştirecek. Özetle İran’daki hareketli hayatı, tek hamlede felç edecek.
Amerikalılar bunları yaptıktan sonra bir iki gün İran’ın tepkilerini izleyecek. Eğer İran’ın tavrı değişir ve teslim olur gibi olursa, öfkeli el, Amerika’nın askeri makinesinden uzak tutulacak. Ancak Furkani’nin bahsettiği intiharcı çılgınlar, dünya çapında bir veya daha fazla operasyon gerçekleştirirse Washington o vakit, İran’ın en değerli nükleer hedeflerinden birini veya daha fazlasını bombalamak suretiyle son uyarı sinyalini gönderir. Gerilimde ciddi olduğunu göstermek için de tek bir gecelik bombalama yeter.
Bu noktada birileri şu soruyu sorabilir: Peki ya Mollalar rejimi, İran’ın dogmatik rüyası yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığında, kendini öldürme ve içindekilerle birlikte mabedi tek seferde yok etme anlamında ‘Samson’ seçeneğini öne sürerse?
O zaman da ABD’nin askeri orkestrası, İran’a karşı son bestesini çalar. Seymour Hersh gibi bazı Amerikan gazeteci ve yazarlar, Washington’un İran’ın geri kalan tesislerine karşı ‘mini-nükleer’ bombalar kullanabileceğini söylüyor. Özel olarak da dağlar içinde gizlenen bombalardan.
Ancak işin aslı Washington’un ‘mini-nükleer’e ihtiyacı bile olmayabilir. Nitekim 8 arşın derinlikte beton kayalarını parçalamak için aşamalı bir şekilde patlayan 8 tonluk derin bombalar taşıyan Diego Garcia üssünden B-2 ve ‘Hayalet’ uçakları ile bombardıman başlatması yeter.
İranlıların ‘dikkat dengesi’nin kaybedildiği açıklamaları karşısında insan Kissinger ve Brzezinski’nin akla hayale gelmeyen Amerikan silahları hakkındaki konuşmalarını hatırlıyor. Beyaz Saray Efendisi isterse, bu silahlar, İranlılar için cehennemin kapılarını aralayabilir. Onunla aynı fikirde olalım ya da olmayalım; durum bu.
90’larda Yugoslavya ‘dikkat dengesi’ne özen göstermedi ve ABD ile karşılaşma onu 30 yıl geriye götürdü. İran, üç asır geriye gitmenin eşiğinde… Aralarında aklı başında olan kim?