Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Tahran’ın Ortadoğu’nun tarihini yazmasına izin verilecek mi? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ‘Teröre Destek Veren Ülkeler’ şeklinde yayınladığı yıllık verileri hatırlıyorum…

Bu devletlerin çoğu, Soğuk Savaş döneminin siyasi terminolojisi açısından, ‘haydut devletler’ olarak da niteleniyordu. Ve elbette, bu veriler içerisinde bazı Arap ülkeleri de vardı ve bu ülkelerin liderleri bazen direnç ve kararlılık sergiler, bazen de boykota başvururlardı. Ancak sonradan tecrübeler gösterdi ki, ‘haydutluk’ veya ‘terörizmi destekleme’ meselesi subjektif kriterlere göre belirleniyor. Dolayısıyla yoruma açık ve hatta görmezden gelinebilecek bir meseleymiş aslında… Teröre destek veren bu devletlerin bir kısmı adeta ödüllendirilirken bir kısmı da cezalandırılır ve rejimleri düşürülürdü. Washington bu ülkelerin bir kısmına yönelik genelde diplomasi silahını kullanır, şantajla tutumlarını değiştirmelerini sağlamaya çalışırdı.

Irak’taki Saddam Hüseyin rejimi, 1988’de Halepçe’de kimyasal silah kullanmaktan suçlu bulundu ve kınandı. Bundan önce 1981yılında İsrail, Irak nükleer tesislerini imha etti ve bir anlamda nükleer proje henüz beşikteyken parçalanarak yok edilmiş oldu. Irak’ın, komşusu Kuveyt’i 1990 yılında istila etmesi aleyhinde bir durum oluşturdu. Kuveyt’i özgürleştirme ve halkına geri verme adına büyük bir uluslararası koalisyon kuruldu. Irak’a yönelik uzun süren bir kuşatma ve yaptırım uygulandı. En nihayetinde Irak’a doğrudan saldırı düzenlendi ve 2003 yılında rejimin devrilmesi ile süreç tamamlanmış oldu.

Buna karşılık, 1979’dan beri, İran’daki Humeyni devrimi, en başından bölgesel projesini ilan etti. Yeni İran’ın temel taşını ‘devrimin ihracı’ oluşturdu ve hiç kuşkusuz bu durum kışkırtıcı ve şantaj dolu söylemlere başvurmasına neden oldu. Şah Muhammed Rıza Pehlevi rejiminin uzun bir süre hayalini kurduğu ve başaramadığı ‘Körfezin Polisi’ olma rolü, Molla rejimi tarafından ileri bir aşamaya taşındı ve Körfez bölgesinden Lübnan kıyılarının batısına, Irak ve Suriye üzerinden Gazze Şeridi’ne kadar uzanmış oldu.

Daha da önemlisi, Halepçe meselesinde bile, Iraklılar, İran sınırına yakın bir mesafede bulunan Halepçe’deki İran yönetiminin gizli rolünün farkındadır. Ayrıca, Saddam Hüseyin’in siyasi muhaliflere yönelik baskıcı tavrı ve kanlı muamelesi de dâhil olmak üzere bütün aşırılıklarının –şüphesiz genel anlamda doğru değildir, liberal, ilerici ve mezhepsel olmayan güçler tarafından da kınanmıştır- ‘düşmanca’ olmadığı ve hatta bir kısmının savunma ve ayakta kalma amaçlı olduğu aşikârdır. Molla yetkilileri tarafından pompalanan mezhep çatışması, Baas rejimi ve lideri için endişe verici bir politik gerçeklik haline gelmişti. Bu yüzden, Saddam Hüseyin bazen suçsuz ve ılımlı siyasi güçlere karşı kanlı ve ahlaki olarak itiraz edilebilir bir politika izlediyse de, pratikte, Irak’ta Tahran’ın araçlarına ve milis projelerine karşı en iyi savunma saldırıdır taktiğini kullandı.

Gerçekten de bugün, Irak’ta İran’ın nasıl davrandığını, mezhep grupları aracılığıyla siyasi kararlara nasıl müdahale ettiğini, askeri ve güvenlik birimlerini mezhepçi milisleri aracılığıyla nasıl kontrol ettiğini görüyoruz. Bu milisler, İran-Irak savaşı boyunca Irak halkına karşı savaş yürüten askeri güçlerin safında yer almışlardı.

Ayrıca, nükleer düzeyde, Humeyni’nin nükleer yetenekleri geliştirme hususundaki hırsı bilinen bir konudur. Washington, Moskova’nın Tahran’ın nükleer projesini destekleme rolünün farkındaydı. Ancak Washington bunu durdurmak için ciddi bir adım atmadı ve İsrail’in bu tesislere saldırmasına izin vermedi.

İran-Irak Savaşı (1980-1988) Humeyni devriminden yaklaşık bir yıl sonra patlak verdi ve o yıl İran sadece kanlı bir tasfiye hamlesi görmedi. Bilakis devrimin ihracını ve Ortadoğu’daki bazı rejimlerin devrilmesini amaçlayan kışkırtmalara sahne oldu. Zira İran kendi hegemonyasını kurmak istiyordu. Bu savaşta ilk kurşunu kimin attığını aramadan önce, bu savaş ortamını çevreleyen atmosfere dikkat çekmek daha yararlı olacaktır. 1988’de savaş sayfası Humeyni’nin ‘acı bardağı’ içme cüretini göstermesiyle kapanmış oldu. Ancak tüm bunlar, ‘devrimi ihraç etmek’ tarihini ertelemek oldu. Proje ise hiçbir zaman bitmedi, bilakis en güçlü müttefiki Washington’dan işini kolaylaştıracak iki önemli adım geldi.

İlk adım, 2003’te George W. Bush (Oğul) yönetiminin, Washington’daki ‘Likud yanlıları’ ve ‘yeni muhafazakârlar’ın baskısıyla Irak’ı işgal etmesiydi. Bu işgal, Baas rejiminin devrilmesi ve Irak’ın İran’a gümüş tepsi içinde teslim edilmesiyle sonuçlandı. İran, Irak’ta Amerikan varlığının uzaması ihtimalinden korktuğunda, Şam’daki müttefiki, El Kaide’nin farklı fraksiyonlarının Suriye üzerinden Irak’a geçiş yapma görevini üstlendi. Maksat Amerikalıları baskılamak ve onları geri çekilmeyi düşünmeye zorlamaktı. Gerçekten de plan başarılı oldu. Şam rejimi üzerine düşeni tam olarak yaptı. Zira İran-Irak savaşından bu yana Tahran’ın güvenilir bir müttefiki ve Arap rejimleri içerisinde İran’ın yanında aleni olarak yer alan tek rejim oldu.

İkinci adım ise Başkan Barack Obama’nın eski bölgesel müttefikleri pahasına İran’ı bölgesel müttefik yapmayı tercih etmesiydi. Bu tercih, ‘nükleer silaha sahip bir İran’ fikrinin ‘anlaşma’ yoluyla ertelenmesine neden oldu. Ancak bunun karşılığında, Ortadoğu üzerinde bir İran hegemonyası oluştu. Obama’nın döneminde Tahran artık terörü destekleyen bir ülke değildir ve İran genişlemeci projesini gerçekleştirme adına dikkatleri dağıtmak için alternatif bir terör unsuru ortaya çıkarmıştır, bu da El Kaide kaynaklı DEAŞ örgütüdür.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ‘teröre destek’ verilerinde yer alan Tahran ve Şam rejimi, 8 yıl boyunca Obama yönetimden doğrudan faydalanan iki rejimdi.

Peki ya bugün? Obama dönemi sona erdi ve Donald Trump yönetimi iktidara geldi. Ancak Trump’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile muğlâk ilişkisi, derin bir radikal değişiminin oluşmasına engel oldu. Beşşar Esed rejiminin rehabilite edilerek devam ettirilmesi düşüncesi gelecek adına çok tehlikeli bir işarettir. Zira bu durum İran’ın Suriye’den çekilmesini ya da Türkiye’nin şu anki çalkantılı hırslarıyla başa çıkmayı engelleyen bir gelişmedir.

Görünenin aksine, Washington’un bugün Moskova’yla vardığı uzlaşılar, İran projesinin derinlemesine hedef alınmadığını gösteriyor ve yine şu an görünen o ki kendi içerisinde tehlikeli hamleler yapan İsrail dışında hiç kimseyi de rahatlatmış gözükmüyor. Bölgesel tabloya bakacak olursak, İran’ın hegemonyasını -en azından Irak ve Lübnan’da- sona erdirmek için yeterli ve sonuç almaya yönelik eylemler yoktur. Tahran, hükümetlerin kurulmasını engellemekte, kendi istediği bakanları dayatmakta, ‘milli’ ve ‘ajan!’ olma standartlarını belirlemektedir.

Bu gerçek göz önüne alındığında, Tahran’ın bölgenin tarihini yeniden yazmasını engelleyecek bir şey var mı?