Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Kibirli bakış açısı, Tahran’ın bölgeye yönelik stratejisini belirliyor | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Birçok kimse, İran’ın Körfez devletlerine yönelik tutum ve davranışlarının, özellikle kriz zamanlarında, Batılı ülkelere yönelik tutum ve davranışlarından tamamen farklı olduğu gerçeğinden bahsetmiştir.

Bazı kimseler niçin böyle bir ikircikli tavrın olduğunu merak ediyor, İran’ı böyle davranmaya sevk eden saikler ve tarihsel arka plan nedir?

İzlemiş olduğu bu politikayı ‘Devrim sonrası İran’ şeklinde sınırlayabilir miyiz?

Yoksa bu politika önceki rejimlerin bir mirası mı? Buna ışık tutması için öncelikle tarihten bazı yaşanmış örnekler sunalım, böylece İran’ın bölge ülkelerine yönelik tutum ve davranışlarında her zaman nasıl yanıldığını ve sonradan bu hatasını geç de olsa fark edip nasıl geri adım attığını ve iyi niyet gösterisi olarak inisiyatif aldığını ortaya koyalım.

Bu makale, 20. yüzyıl ve şimdiki yüzyılda, yani Pehlevi ve devrim sonrası İran’da, Suudi-İran ilişkilerine dair örnekler sunarak konuyu aydınlığa kavuşturmaya çalışacak. Pehlevi dönemi ve devrim sonrasına dair ikişer örnek vereceğiz.

1994 yılında Ebu Talib Yezdi adında bir İranlı hacı, Kâbe etrafında tavaf yaptığı esnada tutuklandı.

Denildiği kadarıyla Kâbe’ye saygısızlık yapmıştı ve farklı milletlerden hacılar da bu duruma şahit olmuşlardı.

Suudi mahkemesi onu idam cezasına çarptırdı ve bu ceza, Harem-i Şerif yakınlarındaki Safa Meydanı’nda, hac mevsiminin sonlarına doğru infaz edildi.

Tahran’ın tepkisi, Riyad’la ilişkilerin koparılması oldu.

Başta kurucu Kral Abdülaziz bin Abdurrahman olmak üzere Suudi yetkililer, kararın deliller ve görgü şahitlerinin ifadelerine dayandığını ve hükümetin yargıya ve mahkeme kararlarına müdahale etme yetkisinin bulunmadığını söylemelerine rağmen bu aceleci adımı attılar.

Üç yıl sonra Pehlevi hatasını fark etti, ilişkileri yeniden kurdu ve Kraliyet idaresinin temsilcilerinin de dâhil olduğu üst düzey hükümet yetkililerinden oluşan büyük bir heyeti hac mevsiminde Suudi Arabistan’a gönderdi.

Pehlevi dönemine ait bir başka örnek 1968’de meydana geldi. İngiliz sömürgeciliğinin, Körfez’den geri çekilmek için valizlerini topladığı bir dönemdi.

Kral Faysal bin Abdülaziz, dönemin Bahreyn emiri İsa bin Salman’ı makamında kabul etmişti.

Muhammed Rıza Pehlevi ise bu adımı Suudi Arabistan’ın İran’a vermek istediği bir mesaj olarak algıladı ve güya mesaj da şuydu; “Bahreyn tartışmasız bir Arap devletidir.”

Bu olaydan 2 gün sonra Şah’ın Riyad’a önceden planlanmış bir ziyareti vardı ve İran bu ziyaretin iptal edildiğini açıkladı.

İranlı araştırmacı-yazar Dr. Hamid Ahmedi, Suudi-İran ilişkilerini ele aldığı kitabında şu bilgiye yer veriyor; Kral Faysal’a İran’ın bu tavrı hakkında ne düşündüğü sorulduğunda; “Karar İran Şahı’na aittir. Kendisi genç birisidir.

Muhtemelen gençliğin vermiş olduğu heyecanla bu kararı aldı. Almış olduğu bu kararı yeniden gözden geçirebilir.”

Gerçekten de öyle oldu, birkaç ay geçmemişti ki Şah’ın Etiyopya’ya yapacağı ziyaret esnasında Kral Faysal ile Cidde Havaalanı’nda buluşma talebinde bulundu.

Görüşme 40 dakika olarak planlanmıştı, ancak 6 saat sürdü, Şah Riyad’a özel bir ziyaret sözü verdi ve 6 ay dahi geçmeden bu ziyaret gerçekleşti.

İran Devrimi’nden sonraki iki farklı döneme ait iki önemli örnek nakledeceğim.

İlk döneme ait örnek; 1985’te İran-Irak savaşı sırasında, yani Cumhuriyet’in kurucusu Humeyni döneminde, Suudi Arabistan, Tahran ile Bağdat arasındaki savaşın durdurulması için girişimde bulundu ve iki Müslüman ülke arasında kan dökülmemesi çağrısı yaptı.

Humeyni, bu girişimi kategorik olarak reddetti ve Saddam Hüseyin rejimi ortadan kaldırılıncaya kadar savaşa devam etmekte ısrar etti. Sadece iki yıl sonra, “zehir dolu kâseyi içmek” olarak tanımladığı ateşkesi imzalamak zorunda kaldı ve İran bu yeni duruma boyun eğmek durumunda kaldı.

II. döneme ait örnek; yani siyasi, bölgesel ve uluslararası koşulların tarihsel olarak daha farklı olduğu “Rehber” Ali Hamaney döneminden bir örnek…

Yıl 2015, İran ile “5+1” topluluğu arasında ortak bir sözleşme imzalanmıştı.

İran, imza atan devletlerle birlikte hareket etmeyi tercih etti ve Körfez ülkelerinin bu anlaşmaya dair çekincelerini görmezden geldi. İran, bu çekinceleri umursamadığını gösterdi.

Tahran, büyük güçlerle yapılan anlaşmanın yeterli olduğuna, Körfez devletlerinin kendisini tam olarak desteklemekten başka bir seçeneği olmayacağına ve İran rejimi ile ilişkilerini hızla geliştirmek zorunda kalacaklarına inanıyordu.

İran’ın bölgedeki saldırgan davranışlarını reddeden Körfez tavrı devam etti, zira Tahran, anlaşmanın ardından elde ettiği fonları bölgedeki milislerini desteklemek için kullandı.

Ancak Tahran daha 3 yıl geçmeden bu ülkelere ihtiyaç duyduğu hissetmeye başladı, zira ABD nükleer anlaşmadan çekilmiş ve Tahran’a yönelik daha fazla ekonomik ve politik baskı ve yaptırım uygulama kararı almıştı.

Bu koşullar altında, İran rejimi Körfez devletlerini yeniden hatırladı ve Washington’a giden ve baskıyı hafifleten yolun, başta Riyad, Abu Dabi ve Manama olmak üzere Körfez’in başkentlerinden geçtiğini fark etti.

İran cumhurbaşkanı ve dışişleri bakanı bu başkentlere yönelik sevgi mesajları yolladılar, onlarla diyaloga hazır olduklarını, ilişkilerde yeni bir sayfa açmak istediklerini belirttiler. Ancak, üç Körfez ülkesi, İran rejimi ile herhangi bir diyalog veya müzakere kanalı açmadan önce, İran’ın bölgedeki davranışlarını değiştirmesi gerektiği konusunda ısrar ettiler.

Önceki örnekler bizi, Körfez ülkeleriyle ilişki kurmada İran’ın zihin dünyasında gerçek bir sorun olduğu sonucuna götürüyor. Tahran’ın siyasi rejimi değişse bile, İran’ın tutum ve davranışları genellikle yanlış oluyor.

Peki, problemin kaynağı nedir? Benim düşünceme göre, başta lider kadrosunda olmak üzere İran’ın zihin dünyasındaki Arap imajından kaynaklanıyor.

Bu, İslam öncesi dönemlerden miras kalan bir gerçektir ve buna dair delilleri sıralamak bu makalenin sınırlarını aşmaktadır. Fars karakterinde Araplara karşı bastırılmış bir bakış açısı var.

Bu bakış açısı nesilden nesile baskın bir karakter olarak naklediliyor ve şartlar değişse dahi bu zihniyet ısrarla diri tutuluyor.

İran’ın, pek çok ülkenin, özellikle de körfez ülkelerinin gerçekliğini -özellikle bazı alanlarda- anlamada bazı değişikler ve ilerlemeler gözüküyor. Fakat ulusal kibir ve diğer milletlere tepeden bakma alışkanlığı değişmedi.

İran tarafı söz konusu bu hastalıklı duruma teslim olmuş durumda. İran’ın bu devletlere yönelik stratejisinde, geçmişten tevarüs ettikleri bu hastalıklı zihniyet, etkili ve belirleyici olmaktadır. Dolayısıyla İran aynı hatalarda defalarca düşmekte ve bunlardan bir ders çıkarmamaktadır.

İran’daki aklı başında insanlara şunu söylemek isteriz: Şayet ülkeniz Arap bölgesel çevresiyle iyi ve dengeli ilişkiler kurmak ve onlarla uyum içinde olmak istiyorsa, Arap bölgesi ve Körfez ülkelerine olan bakış açısını yeniden gözden geçirmelidir.

Aksi takdirde, bu gerçeklik önümüzdeki dönemlerde de devam edecek ve Tahran aynı hataları, geçmişten ders çıkarmadığı için tekrarlayıp duracaktır.

Dünya, İran’ı bir şekilde aşacaktır. İran ise tarihi mirasının esiri olarak kalacak ve bu mirastan bir fayda görmeyeceği gibi kesinlikle büyük zararlar görecektir.