Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

ABD ara seçimleri ve İran’a yaptırımlar Arapları nasıl etkileyecek? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Önümüzdeki birkaç gün, çekişmeler, kışkırtmalar, belirsizlikler ve tehditlere şahit olacağız.

İran’a yönelik yeni ABD yaptırımları, Pazartesi günü yürürlüğe girecek. Salı günü, ABD’li seçmenler ara seçimler için oy kullanacaklar ve bu oylama, başkan Donald Trump’ın politikalarının ve küresel düzeyde siyasi ve ekonomik meselelere yaklaşımlarının referanduma sunulması anlamına gelecektir.

Bu arada biz Araplar olarak tavrımız -her zamanki gibi- seyirci kalma ve temennide bulunmanın ötesine geçmiyor. Çünkü yıllardan beridir, düşünen ve tepki veren gerçek bir “Arap lobisi” inşa edemedik.

İnsaflı olma adına, bazı hafifletici nedenler sunulabilir. Tek bir Arap vizyonu veya birleştirici Arap önceliklerini yurtdışında inşa etmek zordur, hatta imkânsızdır. Zira Arap toprakları bölünmüş ve parçalanmış, içtihatlar farklılaşmış, çıkarlar çatışmış, sahtekarlar vizyon sahibi kimselere üstünlük sağlamış durumdadır. Üstelik “asgari gerekli strateji” ile “Kabul edilebilir ihtilafın sınırlarını” taktiksel bağlamda düzenleyecek pusula da kayıp durumdadır.

Ayrıca, kendi öz vatanımızda kötü gidişatı durduramadık ve ortak çıkar dilini öne çıkaramadık. Hal böyle iken, başkalarına hitap etmemize imkân verecek, berrak anlayışlar ve planlar aşamasına nasıl geçiş yapabiliriz?

Bizim yaptığımızın tam tersine, Ortadoğu üzerindeki egemenliğine itiraz ettiğimiz güçlerin nasıl aktif olduklarını ve manevra yaptıklarını ve hatta bazen uçurumun eşiğinde nasıl tehlikeli manevralar yaptıklarını görüyoruz. Ama sonuçta yine de düşmekten kurtuluyorlar. Bunun iki temel nedeni olabilir: Birincisi, bu güçler bilinçli ve ortak bir kararla hareket ediyorlar, tutarlı davranıyorlar, mesajlarını iletmek için sağlam bir zemin oluşturuyorlar ve daha sonra kârın garanti edilemeyeceği zararlardan kaçınmak için pazarlık ve takas yöntemlerine başvuruyorlar.

İkincisi, demokrasinin güçlü yanlarını anladıkları gibi zayıf yanlarını da anlıyorlar. Bu nedenle medyaya, halkla ilişkilere ve diğer “yumuşak güç” araçlarına yatırım yapmakta mahirdirler. Öte yandan, Batı demokrasilerinde iktidar partilerinin belirli aralıklarda değişebileceğini zihinlere iyice yerleştirmek için, iktidar süresince nasıl bekleneceği, ne zaman taleplerde bulunulacağı iyi biliniyor. Hatta bu partilerin ne zaman gerileyeceği, gevşeyeceği ve geri çekileceği iyi takip ediliyor.

Batı kültürünün ve geleneğinin doğduğu yer olan İsrail, bu gerçeği çok iyi kavramış ve kurulduğu günden bu yana kayda değer başarılara imza atmıştır.

Aynı şekilde, muhafazakâr söylemine, kışkırtıcı “tavırlarına” ve saldırgan politikalarına rağmen, İran’da egemen olan yönetim, “İsrail dersini” iyi bir şekilde kavramış ve bunu geleneksel “takiyye kültürüyle” ile başarılı bir şekilde harmanlamıştır. Bugün İran’ın, kendi halkına, Araplara ve onlarla işbirliği yapan büyük yabancı güçlerin her birine yönelik farklı söylemleri vardır.

Şayet kendi halkına yönelik bir tutum ortaya koyacaksa derin “Güvenlik Devleti”nin organları aracılığıyla bunu yapar. Şayet Araplara yönelik bir tutum alacaksa mezhepçi milisler ve radikal unsurlar üzerinden, hamasi direniş sloganları eşliğinde terörizme sahip çıkarak bunu gerçekleştirir.

Batıya ise, hoş ve parlak bir imaj bırakmak için ılımlı, üniversitelerinden ve enstitülerinden mezun gençleri gönderir. Ayrıca, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaybettiği bölgesel nüfuzunun bir kısmını geri kazanma hakkına sahip olduğunu hisseden Türkiye bile, Batı ile diyalogundaki hatalarının farkına yavaş yavaş varmaktadır.

Şimdilerde ise, eski ulusal ve dini düşmanı Rusya ile sert ve yumuşaklık arasında bir ilişki şekli yürütüyor. Batı Avrupa ile ise “göç” ve diğer tarihi anlamda sisli konulardan dolayı benzer bir ilişki şekli yürütüyor. Son olarak, “Soğuk Savaş” müttefiki Amerika ile siyasal İslam ve Batı popülizminin yükseliş gösterdiği şu dönemde dengeli bir politika yürütmeye çalışıyor.

Eski Demokrat Başkan Barack Obama’nın Ortadoğu’ya yönelik politikaları, Araplar için kesinlikle felaket idi. Bu politikalar, İran’ın elini güçlendirmiş ve buna paralel olarak birkaç Arap devletinin tahrip edilmesinin önünü açmıştır. Elbette bütün bunlar İran’a verilen aldatıcı ütopik vaatler sonrası gerçekleşti ve esasında bu vaatler ahlaki olmaktan ziyade çıkarları korumaya yönelik hamlelerdi. Obama yönetimi, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’deki Arap halklarının pahasına İran’ı memnun etmeye çalışmış ve onunla işbirliğini güçlendirmiştir. Filistinlilere ise somut hiçbir fayda sağlamamıştır.

Cumhuriyetçiler iki yıl önce, başkanlık savaşını kazandıklarında ve Başkan Donald Trump, Washington’un bölgeye yönelik politikasını değiştirme niyetinde olduğunu duyurduğunda, birçok Arap rahatladı. Yeni başkanın, ABD’deki Arap ve Müslüman topluluklara karşı sert bir konuşma yaptığı herkes tarafından biliniyordu, kısa bir süre sonra da zaten bir dizi bunaltıcı hamleler ortaya çıktı. Sonrasında ise, ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı aldı ve bu karar yalnızca İsrailli fanatiklere değil, aynı zamanda İran’ın bölgeye müdahalesinin sahte gerekçesine de hizmet etti.

Gerçi, Trump’ın Tahran’ın “molla” rejimine karşı söylemleri sert ve düşmancaydı ve mesele yarın yürürlüğe girecek yaptırımlara kadar varmıştı. Ancak, ABD yönetimdeki birçok sesin, son iki yılda defalarca “Tahran rejimini devirmek değil, davranışlarını değiştirmek istediklerini” söylediklerini de unutmamak gerekir. Son saatlerde, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun İranlılarla çatışmayı bitirmek için ortaya koyduğu 12 “şarta” rağmen, İran petrolünün önemli ithalatçılarının yaptırımlardan muaf tutulması, bu yaptırımların etkisini büyük ölçüde zayıflatmıştır.

İran’ın bölgesel yayılmacı projesinin ayrılmaz bir parçası olmasına rağmen, Husilere yönelik izlenen uluslar arası “yumuşak” ilişkiler doğrultusunda Yemen’e yönelik ABD politik söylemi “sert” değildi. Suriye meselesinde de benzer bir durum yaşandı, göstermelik farklı birkaç tutum benimsendi, çok geçmeden, -birkaç siyasi eleştiri dışında- eskisinden pek de farklı olamayan bir tutum izlenmeye başlandı. Beşşar Esed rejimi ile bölgesel, Arap ve uluslar arası seviyede normalleşme çabalarının olduğu bir ortamda ABD yine pasif bir tutum sergilemektedir.

Washington’un olumsuz tavırlarını, Irak ve Lübnan’da da görmek mümkün, zira İran milisleri, her türlü oyunu fütursuzca oynamaktalar ve Lübnan yönetiminin bütün eklemlerine sızmış durumdalar. Öyle ki güvenlik stratejilerine karar verme noktasına geldiler. Ve şu anda hükümetin kurulmasını istedikleri gibi engelleyebiliyorlar.

ABD ara seçimlerine tekrar geri dönecek olursak. Başkan Trump dün, Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğun Demokratlara geçme “olasılığından” bahsetti. Bu da, İran’a karşı politikaların zayıflayacağı ve ona karşı herhangi bir ciddi hamlenin yapılamayacağı anlamına geliyor. Avrupa tutumlarını hatırlayacak olursak, aslında yaptırımlara karşı değillerdi. Yeni bir kışkırtıcı psikolojik savaş da dâhil olmak üzere, bölgesel düzeyde zor bir aşamaya geçtiğimizi bilmeliyiz.

Irak, Suriye ve Lübnan’daki “fiili güçlerin” hegemonyası karşısında yaşanan açık uluslararası aymazlığa dikkat kesilmeliyiz. Tahran’ın, Yemen’deki askeri darbeler ve trajedilerden doğrudan sorumlu olduğu bilinmesine rağmen bilinçli bir şekilde örtbas edilmektedir. Bunun da takipçisi olunmalıdır.