Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

ABD, Batı Avrupa ve küresel mesaj | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Batı’nın küresel mesajıyla dalga geçen bir siyasi yorumcuyu ilk defa duyduğumda yıl 1972’ydi ve ben Almanya’ya o dönem eğitim için gitmiştim.

Hatta o yorumcuyu dönemin Alman Şansölyesi Willy Brant da övgüye değer bulup savunmuştu.

O zamandan beri, Batı’nın emperyal emellerini ve isteklerini kınayan sözleri, “Sömürge Söyleminin Eleştirisi” gibi kitaplarda yüzlerce kez okuduk.

Batı devletleri ise o dönemde, emperyalist ve sömürgeci politikalarını kasıtlı olarak gizlemeye çalışıyorlardı. Bunu da insanlığı ilerleme, özgürlük ve demokrasiye doğru yönelttiklerini öne sürerek yapıyorlardı.

İlginçtir ki, ABD, bu mesajın ideolojisini ve pratiğini benimseme hususunda 19. yüzyıldan beri en isteksiz ülke olmuştur. Amerikan Protestanlığı’nın, kendisi için en ideal vatan olarak, İncil’de bahsi geçen “Dağdaki Şehri” gördüğü doğrudur. Fakat bu misyoner eğilim I. Dünya Savaşı’na kadar devam edebildi ve bunu sadece kendi dünyalarında yaşayabildiler. Başkan Monroe’nun Avrupa yayılmacılığına ortak olmama tarafsız kalma Doktrini – Başkan Trump BM’deki konuşmasında değindi- Amerikan ordusunun I. Dünya Savaşı’na katılması ve Müttefiklerin zaferinin ardından Başkan Woodrow Wilson’un yayınladığı on dört ilkeye aykırıydı.

Ancak Wilson güçlü bir iç muhalefetle karşı karşıya kaldı. Bundan dolayı ABD, savaştan sonra ortaya çıkan “Milletler Cemiyeti” ne katılmamıştır. Bununla birlikte, ABD’nin sahip olduğu küresel şirketler, yeni entelektüel, kültürel, politik elitler ve devasa ordusu, kısacası ABD çıkarları, Monroe Doktrini’ninde radikal değişimlerin yaşanmasını gerekli kıldı. Öyle ki, II. Dünya Savaşı’ndan sonra “Dünya Sistemi”ni tasarlayan ABD oldu.

Ortaya çıkan küresel kurumların hegemonyasına ek olarak, ‘Soğuk Savaş’ döneminde, iki blok arasında, özgürlük mesajı adı altında yapılan çağrılar ve sesler yükselmeye başladı. O dönem bu fikirleri ABD’nin önderliğinde Batı temsil ediyordu.

NATO orduları bile, Sovyetler ve diğer Varşova Paktı rejimlerinin totaliterliği karşısında, Avrupa’da ve dünyada özgürlük ve demokrasiyi savunma hedefiyle kurulmuş, bu durum açıkça deklare edilmişti.

ABD, küresel politikaya alabildiğine dalmıştır. Öyle ki, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin dış politikaya dair bakış açılarında neredeyse bir fark kalmamıştır. 1950’lerden önce Cumhuriyetçilerin, ABD’nin dünyaya jandarmalık yapmasını istemedikleri bilinen bir husustur. Fakat bu rolleri zamanla kayboldu ve onlar Kore Savaşı’nı, Vietnam Savaşı’nı ve nihayet Irak’a karşı yapılan iki savaşı yöneten liderler oldular.

Cumhuriyetçi baba-oğul Bush, “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan eden iki lider oldu ve dünyaya doğrudan egemen olmak için büyük çaba harcadılar.

Bütün bu bilgileri, Başkan Trump’ın 25 Eylül 2018 Salı günü, BM’de yaptığı konuşmayı yorumlamak için verdim.

Başkan Trump, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD tarafından kurulan dünya düzeninden çekildiğini resmen ilan etti.

Kurulan eski düzenin üç temel dayanağı vardı: Dünyanın güvenliğini ve istikrarını kolektif olarak korumak, karşılıklı serbest ticaret ve ABD tarafından güvence altına alınan mali ve parasal sistem.

Başkan Trump, ABD’nin özel çıkarları adına ilk iki dayanağı terk etti.

İlk dayanağı ele almak gerekirse, Trump, ABD’nin ve müttefiklerinin güvenliğini korumak için askeri güç kullanma hakkını tamamen reddetmedi. Fakat müttefiklerinin bile bu korumanın karşılığında para ödemek zorunda olduklarını belirtti.

Görüldüğü üzere ABD, dünyaya paralı jandarmalık yapmak için hazır. Ancak uluslararası yasaların gerektirdiği herhangi bir sorumluluk almak istemiyor ve bu konuda herhangi bir garanti vermiyor.

Güvenlik Konseyi ve diğer BM organları aracılığıyla yürütülen kolektif güvenlik rejimine de uymak istemiyor. Bu, NATO’daki müttefiklerin, askeri hizmetler için ödeme yapmadıkları sürece ABD başkanı tarafından güvenliklerinin sağlanmayacağı anlamına geliyor. Her an kendilerini yüzüstü bırakabilir.

Diğer dayanak ise, yani karşılıklı serbest ticaret; Trump iki yıl içinde buna büyük bir darbe vurdu. Bu tavrını BM’deki konuşmasında da devam ettirdi.

Çin liderinin arkadaşı olduğunu, ancak ülkesi ile Çin arasındaki ticari dengesizliği kabul etmediğini söyledi. Ben bir iktisatçı değilim elbette, ama son iki yıldır ekonomi dalında Nobel Ödülü kazanan Paul Krugman’ın Trump’ın ekonomi politikalarına dair yazdığı makaleleri New York Times gazetesinden takip ediyorum.

Trump’ın ekonomi politikaları nedeniyle ABD’yi bekleyen ekonomik felaketleri dillendirip duruyor. Ancak bu dediklerinin hiçbiri gerçekleşmedi, ABD ekonomisi gelişmeye ve büyümeye devam ediyor, iş imkânları da sürekli artıyor.

Krugman ve arkadaşları hala siyahlar, yoksullar ve sağlık sigortasını kaybedenlerin huzursuz olduklarını ve bir devrim gerçekleştirebileceklerini söylemeye devam ediyorlar. Ancak bunun da olacağından emin değilim.

Amerikan ekonomisi, gücüyle tam bir efsanedir. Almanya, Çin, Japonya, Hindistan ve Kanada gibi hızlı gelişmekte olan ekonomiler var. Bunlar Trump tarafından konulan ek vergilerden etkilenebilirler.

Rusya, İtalya, Brezilya ve Türkiye gibi orta büyüklükteki ekonomiler, kuşkusuz zamanla daha da kırılgan hale gelecekler.

Üçüncü dayanak, yani mali ve parasal sistem dayanağına geldiğimizde ise, ABD’nin büyük bir cazibe merkezi olduğunu görüyoruz. Küresel para sistemi dolarsız hareket edebilir mi ya da alternatif bir ticari işbirliği ve para sistemi ortaya konabilir mi?

Sistemdeki ana aktörler, şu ana kadar, Trump karşısında bir oluşuma sıcak bakmadılar. Öngörülebilir bir gelecekte, ABD’ye karşı bir ittifak imkânsız. Bu krizden etkilenenler arasında politik ve stratejik farklılıklar var. Dolayıyla böyle bir ittifakı benimsemeleri zordur.

Bir başka önemli noktaya gelelim; Trump’un fikirleri ve uygulamaları benzersiz ve orijinal midir?

Trump’ın neden Polonya’ya övgüler dizdiğini anlayamadım. Ama hepimiz biliyoruz ki ayrılıkçı, ayrımcı, popülist ve içe kapanan eğilim hızlı bir şekilde yayılıyor. Bazen göç karşıtlığı, bazen komşu ülke düşmanlığı, bazen de İslam karşıtlığı (Trump, Filistinlilere nefes aldırmazken, Rohingya azınlığına yaptığı yardımları iki katına çıkardı) şeklinde tezahür ediyor.

Trump’ın Polonya’da etkilendiği nokta, aşırı sağcı partilerin iktidara geldiği Macaristan, Avusturya ve İskandinavya’ya benzer bir durumun burada da yaşanmasıdır.

Hindistan’daki ayrılıkçı sağcı partinin Trump’a hayran olması beklenir, ancak Hint ekonomisinin açık pazarlara ihtiyacı var.

Sağcı partiler geniş bir popülariteye sahip olabilir. Ama “Bırakınız yapsınlar Bırakınız geçsinler” parolalı serbest ticaret son 200 yıl boyunca olduğu gibi artık sağcı partilerin savunduğu bir argüman değil.

Bu esasında savruk bir popülizm. Zira kudretli küçük bir kesim son derece müreffeh yaşarken, küçük ve orta ölçekli gelir sahipleri dayanılmaz sıkıntılara maruz kalmaktalar.

Ben burada İran’ın Trump öncesi ve sonrası yaşadığı sorunlar hakkında konuşmuyorum, bilakis Brezilya, Almanya, Arjantin ve Rusya gibi ülkelerden bahsediyorum.

Merkel, sağın güçlenen dalgası karşısında durmaya çalıştı, ancak neredeyse yıkılacaktı.

Putin, kimlik siyasetini son derece benimsemiş gözüküyor, ancak Rus ekonomisi çok kötü durumda.

Erdoğan ise “Yerlilik ve Millilik” sloganıyla ulusal ve dini kimlik üzerinden siyaset yapmayı tercih ediyor. Ancak onun da ülkesi ekonomik krizle boğuşuyor.

Bu popülist siyaset tarzı ne anlama geliyor?

2004 yılında Ferid Zekeriya’nın “Totaliter veya Otoriter Demokrasi” adını verdiği bir kitap yazdığını hatırlıyorum.

Başka bir deyişle, parti veya lideri şakşakçı bir kesim sayesinde seçimleri kazanır. Ancak liderine sadık bu kesim, ekonomik olarak ya da yaşam standartları bakımından iktidarın nimetlerinden yararlanmadıklarını hemen hissetmeye başlarlar.

Demek istediğim, küresel sol koalisyonla mücadele eden tekdüze bir sağ koalisyon kalmadı. Bu türden mücadeleler Soğuk Savaş döneminde kaldı.

Küresel anlamda yeni bir olguyla karşı karşıyayız ve bu durum sadece ekonomide değil, toplumsal alanda da yaşanmakta.

Bu nedenle, ABD’nin sadece Çin ile ticaret yapma özgürlüğünü kısıtlamadığını, Almanya, Avrupa Birliği ve Japonya’ya karşı da benzer bir tutum benimsediğini görüyoruz.

Her halükarda, kitleler her yerde bunalmış durumda.

Gerçek veya aldatıcı olsun, mesajlar üzerinden politika yapma artık işlevini kaybetmiş durumda.

Kahire’nin Giza mevkiindeki piramitlerin yakınında bulunan insan kafalı aslan Sfenks’i halk arasında “Korkunun Babası’ anlamına gelen Ebu’l-Hevl diye anılır. Söylenceye göre sfenksin insanlara ilginç sorular sorduğu bilmeyenleri ise cezalandırdığı anlatılır.

Evet! Ebu’l-Hevl (Korkunun Babası) sadece burnunu kaybetmemiş, artık başından ikiye yarılmış ya da tamamen yıkılmıştır!

Allah, yarattığı varlıklar üzerinde mutlak tasarruf sahibidir.

İbn Haldun, Mukaddimesinin sonlarına doğru bu sosyolojik gerçekliği şu ayetle izah eder:

“Allah her zaman mutlak galiptir fakat insanların çoğu bunu bilmezler” (Yusuf, 12/21)