Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

ABD yaptırımları Irak ve Lübnan’daki Şii milisleri nasıl etkiledi? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Birkaç gün önce Selahaddin eyaletinde gösteriler patlak verdi, çünkü milis örgütler hala burayı, Diyala kentinin etrafını, Anbar, Ninova ve Musul kentlerini kontrol ediyor.

Şii milis gücü “Asaib Ehli’l-Hak”,“Nuceba” Hareketi ve “Irak Hizbullahı” buralarda oldukça etkililer.

Gösterilerin doğrudan nedeni, Şii dini merciilerin 2015 yılında DEAŞ’a karşı mücadele etmesi için kendisine çağrıda bulunduğu Haşdi Şabi’ye bağlı bazı milislerin, bazı kabile liderlerinin kaçırılması ve öldürülmesi olayına karışmış olmasıdır.

Burada ilginç olan, protestocuların bu milislerin dağıtılmasını talep etmeye cesaret edememeleri, sadece Irak-Suriye sınırına gönderilmesini istemeleri ve bunların yerine ordu, federal ve Yerel polisin(!) getirilmesini talep etmeleridir.

Bu milislerden on binlerce kişi, -özellikle de Sadr’ın Partisi’nden sonra seçimlerde ikinci olan ve bundan dolayı da başbakanlık görevine talip olan Hadi el-Amiri’nin liderliğindeki “Bedir Ordusu”- ordunun bir parçası olmaları hasebiyle hükümetten maaş alıyorlar. Irak parlamentosu 2015’in sonlarında bu meseleyi oylamıştı.

Açık olan şu ki, bu milisler resmi maaşlarla yetinmek istemiyorlar, bilakis Sünni illerin yarı-meşru yönetiminin bir parçası haline geldikleri için, talep ettikleri ücretler sürekli olarak ödenmediği takdirde rüşvet, gasp, sindirme ve cinayet gibi işlere karışıyorlar. Bu milisler 2016 yılında, Katarlı avcıları -evet avcıları!- Selahaddin ve Anbar arasındaki bir bölgede yaptıkları bir operasyonla kaçırarak meşhur olmuşlardı. Denildiği kadarıyla ve yarı resmi makamlara göre bir milyar 15 milyon dolar fidye talep ettiler! Bunu almadan da serbest bırakmadılar. Öyleyse, şu anda soru şu; ABD’nin yaptırımları, İran’ın bu milislere yönelik maddi yardımlarını şimdi ve gelecekte ne kadar etkileyecek? Cevap ise, bu “silahlı” milisler bundan etkilenmeyecektir, çünkü onlar ve yolsuzluğa bulaşmış diğer partiler, yıllardan beridir, bazen orduyu bazen de Sünni illerin kontrolü ve güvenlik hizmetlerini istismar ederek gelirlerini Irak içinden temin ediyorlar. Amerikalılar ve Araplar, İbadi’nin başbakan olarak kalmasını, Sadr’ın partisi, Hikmet Hareketi ve bazı Sünni partilerle ittifak yapmasını umuyorlar. Bu milislerin siyasi ve güvenlik açısından nüfuzları ancak bu şekilde gerileyebilir. Yolsuzluk ve mali gaspların gerilemesi ise muhtemelen gerçekleşmeyecektir.

Irak hakkında bu söylenenler, Lübnan için de fazlasıyla söyleniyor. Hizbullah, Şii çoğunluğa sahip bölgelerde kendi devletini kurmaya başladı. Beyrut 2008’de işgal edildikten sonra, Lübnan devleti tamamen dağıldı ve sonrasında Hizbullah, havalimanını, limanları ve askeri istihbaratı kontrol altına aldı ve gelir getiren bakanlıkları diğer siyasi taraflarla paylaştı. Bankaların ve fonların transferinin sıkı denetime tabi olacağını varsaysak bile uyuşturucu gelirleri ve kara para aklama işlemleri önlenemeyecektir.

Lübnan devletinin gelirlerinin üçte birine yakın bir kısmını ellerinde bulunduruyorlar. Biraz iktisatlı davranıp harcamalarını kısmaları halinde İran’dan gelecek doğrudan yardımlara ihtiyaç duymayabilirler. Partiye 1982’den bu yana adeta akan İran fonlarının özellikle üç hadiseyle zirveye ulaştığı biliniyor: 2006 savaşından sonra, Suriye’ye müdahalesinin ardından, Yemen’deki Husilere yardım ve destekte bulunduklarında… Özellikle Lübnan’dan Yemen’e giden uzman ve askerlerin giderleri 2012 ve 2015 yılları arasında dönemin Irak Başbakanı Maliki’nin bürosundan karşılandığı söylenmişti, ancak şimdi Husilerin harcamalarının çoğu İran’dan geliyor. Geçtiğimiz beş yıl boyunca, Suriye’deki parti güçleri yaklaşık 10 bine, bazen de 20 bine ulaştı. Fakat şimdi sekiz bin civarında olduğu ve Lübnan-Suriye sınırlarına yayıldığı, Kuseyr, Humus ve Halep içlerine kadar uzandığı ve bir kısmının da Suriye-Irak sınırında olduğu söyleniyor.

İran’ın, Hizbullah ve ekipmanlarına 6 milyar dolar ile 8 milyar dolar arasında olmak üzere, Suriye’de 30 milyar dolar harcadığı söyleniyor. Eğer bu dönem sona ermek üzereyse, Lübnan’da Hizbullah, füzelerine yapışarak küçülmeye giderse, Lübnan devletinin yönetimini diğer yozlaşmış olan taraflarla birlikte kontrol etmeye devam ederse, ABD’nin yaptırımlarından önce bile sıkıntılı bir noktada bulunan İran’dan fazladan bir para almaya ihtiyaç duymayacaktır. Suriye’ye gelecek olursak, İran’ın en büyük harcamaları buraya gitti. Esed rejimine açılan açık krediyi görmezden gelsek bile, İranlılar, Esed güçlerine yardım etmek için organize edilen, eğitilen ve oraya gönderilen Irak, Pakistan ve Afgan milislerine hiç şüphesiz büyük harcamalar yapmış ve yapmaya da devam etmektedir. 2015’teki Rus müdahalesine kadar rejimin düşmesini engelleyenler bunlardı. Hala Suriye’de yaklaşık 3 bin Iraklı, 15 bin Pakistanlı ve Afganlı ve yaklaşık 5 bin Devrim Muhafızı var. İran’ın Rejime açtığı kredi hattı hala devam etmektedir. Burada İran, sadece harcama baskısı yüzünden değil, İsrail ve Rus baskısı nedeniyle de, milislerini ve belki de Devrim Muhafızlarını geri çekmek zorunda kalabilir. Ruslar, Suriye rejimi için mülteci ve yeniden imar etme dosyaları aracılığıyla, Esed rejiminden kurtulmayı isteyen ve bunu bazen açıktan ortaya koyan bazen de gizleyen Avrupalılar ve diğer ülkelerden finansman alternatifleri bulmaya çalışıyorlar. Öte yandan, İran’ın Esed Suriye’sinde devasa ve uzun vadeli yatırımları var ve büyük harcamalara rağmen Hizbullah’tan vazgeçmediği gibi bunlardan da kolaylıkla vazgeçemeyecektir. Ama hangisi daha önemli: İç istikrar mı, Suriye mi, “Hizbullah” mı ya da Filistin ve oradaki örgütler mi? Bu zor bir denklemdir. Fakat denklemdeki bozukluklar ancak, sıkıntı ve yaptırımlar dönemi devam ederse ortaya çıkacaktır.

Göstericiler İran’da aylar önce Filistin ve hatta Kudüs karşıtı sloganlar attılar, çünkü devrim ihracı ve Filistin’in kurtuluşuna dair faaliyetler ve hatta Hizbullah’ın kurulmasına yönelik politikaların hepsi İsrail’le olan çatışmayla bire bir irtibatlı(!) İran, 1980’lerden bu yana Filistin’de “İslami Cihad” ve 1990’ların ikinci yarısından bu yana Hamas ve 2010’dan sonra Şialaşmış diğer küçük cemaatlerin yanında yer almıştır. Gerçekten de, İran’ın bu örgütlere verdiği destek, hiçbir zaman, Humeyni günlerinden beri düzenlenen Kudüs Günündeki büyük mitinglere rağmen, Filistin’in kurtuluşuyla ilişkilendirilmemiş, bilakis sadece ABD ile mücadeleyle ilişkilendirilmiştir. Clinton döneminden ve Trump’ın ilk günlerinden beri, İran, İsrail’i tehdit ederek Amerika’yla pazarlığa oturmayı denemiş ve bunda da başarılı olduğunu fark etmiştir. Dolayısıyla 2006 savaşı, 2007’de Hamas’ın Gazze’yi ele geçirmesi, Amerika ve İran arasında, önce gizli, sonrasında ise açıktan müzakerelerin başlamasına neden olmuştu. Hamas’ın en küçük bir tacizi Gazze’de küçük ya da büyük bir savaşa neden olduğu zaman, bu durum nükleer üzerindeki görüşmelerde bir kriz anlamına geliyordu! Suriye ve Yemen’deki kaostan sonra, Nasrallah defalarca pervasızca şöyle dedi: “Suriye’deki savaş İsrail’le savaştan çok daha yüce ve Yemen’deki savaş, diğer mücadelelerden çok daha üstündür! Şiileştirme ve özellikle Araplar ve Suudi Arabistan’ın sıkıntıya sokulması, iki kalıcı önceliğimizdir.”

İranlılar, Nasrallah ve belki de Hamas, Trump döneminde İsrail’i taciz etmenin kendileri açısından büyük bir yıkım anlamına geldiğini şimdi çok iyi biliyorlar.

Gördüğüm şey, İran’ın Filistinli örgütlerini asgari düzeyde desteklemeye devam edeceğidir, ancak şayet aklını kaybetmemişse, Hamas’a ABD ve İsrail’i taciz etmesi yönünde tavsiyelerde bulunmayacaktır. Lübnan’daki Filistin merkezli “Hamas” ve “Cihad” örgütlerinin mali yönden sıkında olduklarını ve İranlıların silahlı örgütlere çok az yardım edebildiklerini biliyorum. Bu nedenle Hamas ile İsrail arasında durumu sakinleştirmek için dolaylı müzakereler yapılacaktır. Mısırlıların, Hamas’la Filistin yönetiminin arasını bulma girişimlerinin, bu kez başarılı olacağı yönünde ümitler yeşermeye başlamıştır.

İran, Arap ülkelerinin tamamında kargaşa yaşanması ve bu ülkelerin yıkılması için uzun bir zaman yatırım yaptı. Uluslararası toplum, Suriye’deki trajediden sonra bile, İran’ı sorumlu tutmakta çekingenlik gösterdi.

İran’ın stratejik düşüncesi, sadece ekonomik koşulların baskısı nedeniyle değil, bilakis neden olduğu tahribat ve yıkımlar sebebiyle değişecek mi?
Devrimden yaklaşık 40 yıl sonra, İslam Cumhuriyeti adına hâlihazırda elde edilen kazanımları gözden geçirecek midir?! Zira Irak gibi Şii çoğunluğun olduğu bir ülkede bile tahribata neden olmuştur.