Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Ahvaz saldırısının arkasında kimin olduğu değil, nedeni önemli | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Gelişi güzel öldürme sahnesi, aklı selim her insan için iğrenç bir sahnedir. Terör her yerde ve ne şekilde olursa olsun kınanmalıdır. Ahvaz saldırısıyla ilgili sosyal medyada yayınlanan videoda kurşunlardan kaçmaya çalışan kişilerin görüntüsü, insanda olumsuz duygular uyandırmaktadır. Bu olay da, Rus askerlerin uçan tabutlarında öldürülmesi gibi kınanmayı hak etmektedir. Çünkü bu iki olay da 8 yıldır Suriye şehirlerinde ve köylerinde, Rus bombaları ve İran’a bağlı kiralık milisler tarafından öldürülen, evleri başlarına yıkılan, enkaz yığınları ve uçuşan toz bulutu içinde bebeklerini arayan ve onların parçalanmış bedenlerini çıkarmak zorunda kalan, milyonlarcasının İran topraklarının bir yerinde üretilen bomba ve kurşunlardan kaçtığı, ülkelerini terkedip azgın denizleri aşmak gibi tehlike dolu yolculuğa atılmak zorunda kalan Suriyelilerin dramı gibi bir insanlık trajedisidir.

Terör, her türüyle, Ahvaz’da ya da başka bir yerde olsun, birkaç kişiyi ya da binlercesini öldürsün, kınanmalıdır. Hizbullah’ın ya da Suriye, Irak ve Yemen’de İran’la birlikte veya onun adına savaşan silahlı örgütlerin maaşlarını ödemek de terördür. İran, kendi ülkelerinde güven içinde yaşayan, masum vatandaşları öldürmek için kendi halkının hazinesini tüketip boşaltıyor. Yine İranlı bir general açık bir şekilde, Arap bölgelerinde dolaşıyor ve oralara yanında terörü götürüyor. İran’ın bu desteği olmasa, Suriye’deki iç savaş çoktan bitmiş ve tüm Suriyeliler, ortak çıkarları sayesinde yönetimi ve rejimi ele geçirmiş bir avuç azınlığın iktidarına son vermiş olacaktı. İran’ın desteği olmasaydı, Yemen’de füze rampaları yerine okullar kurulacaktı. Arap bedeninde derin yaralar açmak için İran’a bağlı örgütler ve gruplar eğitiliyor ve onlara finansman sağlanıyor. Bunun için zaten az olan ve uluslararası amborga altındaki İran İslam Cumhuriyeti bütçesi kullanılıyor. Bunun neticesinde, İran istikrarsızlığa sürükleniyor ve halk, en temel ihtiyaç maddelerine dahi zorlukla ulaşıyor. Bir yandan para birimi değer kaybedip, temel ihtiyaç maddelerinde eksiklik yaşanırken, diğer yandan yolsuzluk, işsizlik ve baskı yaygınlaşıyor.

Böyle bir ortamda Tahran rejimi, kanlı Ahvaz saldırısını, içerideki kamuoyunun desteğini kazanmak ve bu dramı pazarlamak için kullanıp, hemen Körfez ülkelerini, Batılı ve Avrupalı ülkeleri saldırının arkasında olmakla suçladı. Burada Tahran, birçok baskıcı ülkenin düştüğü hatayı tekrar etmiş oldu. Yakına bakmak ve gerçek nedenleri araştırmak yerine, uzaktakini ve dışarıdakini suçlamayıp, bunu İranlılara ve Tahran’ın destekçilerine pazarlamak. Oysa korkutma, sindirme ve aldatmaya dayalı bir siyasi akıl iktidarda olmasaydı, takip edilen siyasetin Ahvaz ve benzeri saldırıların yaşanmasına ve rejimin yönünü kaybetmesine neden olan ölümcül hatalarla sonuçlandığı itiraf edilebilirdi. İran’ın güneyindeki bölgede (Ahvaz), yaklaşık 25 milyon Şii Arap, temel vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmaktadır. Şii mezhebinden olmaları bile, onların haklarını elde etmeleri için yeterli değildir. Doğrusu İran’da çok sayıda azınlık grup bulunmaktadır. Hatta Fars unsuru bile azınlıklar arasında bir azınlık olarak görülmektedir. İran rejimi etnik, mekansal ve mezhepsel çoğulculuğu tanımakta başarısız olmuştur. Ekonomik başarısızlığı ve asgari düzeyde sağladığı özgürlük, sadece kendi yönetim şeklinin iktidarda olması gerektiğine yönelik inancı, yakın ve uzak çevre ülkelerine uzun, kronik, külfetli ve gelişi güzel müdahaleleri, İran İslam Cumhuriyeti’nin bedeninde tüm bu çatlaklara neden olurken Ahvaz saldırısını ve gelecekteki benzer saldırıları mümkün kılmaktadır. Bu görmezden gelme hali Tahran rejimini, üç batı ülkesi Danimarka, Hollanda ve İngiltere temsilcilerini çağırıp, İran muhalefetinin de bundan yararlandığı gerekçesiyle ülkelerindeki özgürlükleri protesto etmeye kadar götürmüştür. Ama Paris’in neden bu protestonun haricinde tutulduğunu bilmiyorum! Belki de rejimin bariz özelliği olan seçicilik nedeniyledir. Rejim şu ya da bu önemli nedenle, üç ülkenin temsilcilerine yönelttiği suçlamada iki gerçeği unutmuş ya da unutmuş gibi görünmeye çalışıyor. Birincisi, birçok uygar ülkede, herkese konuşma özgürlüğünün tanındığıdır. İkincisi ve en önemlisi, bu konuşma özgürlüğü olmasaydı, bir zamanlar Humeyni’nin Fransa’daki ikametgahında konuşmalarını kaydedip bunları İran içine gönderemeyeceğidir. İran halkına yöneltilen bu kışkırtıcı mesajlar olmasaydı, şu anda var olan rejimi iktidara taşıyan halk devrimi gerçekleşmeyecekti. Tahran’ın bu protestosunu Batılı ülkelere ileten kişi, şimdi olduğu gibi 40 yıl önce de Batılı ülkeler, Şah’ın, özgürlükleri kısma ve Humeyni’nin kendisine teslim edilmesi taleplerine kulak verseydi, bugün kendisinin İran Dışişleri Bakanlığı’ndaki klimalı lüks ofisinde oturmuyor olacağı, aklının ucundan bile geçmemiş görünüyor.

İran’ın sorunun temelinde, rejimin kendisini çıkmaz bir yola sokması yatmaktadır. Bu yolda rejim, devrimi sürdürmek ve tüm ülkenin onun ihtiyaçlarına göre yönetmek, devletin tüm gereksinimlerini gözardı etmek, milliyetçi ve “Fars unsurunun” egemenliğini amaçlayan gizli projesi aracılığıyla, çevre ülkeleri ve bilhassa Arap ülkelerini kendisine boyun eğdirmeye çalışmaktadır. Onlara göre ancak o zaman İran halkı istikrar ve kalkınmanın tadına varabilir. Şüphesiz bunun şeytanın cennete girmeyi hayal etmesinden bir farkı yoktur. Rejimin karşı karşıya olduğu yaptırımlar, devrimin çöktüğünü, devleti bu hayalden uyandıracak bir mekanizmanın yokluğunu, rejimin bazı civar ülkelerin aslında sadece fırsatçılıktan kendisine boyun eğdiğini anlamak istememesinden kaynaklanan başarısızlığını ortaya koymaktadır. Buna örnek olarak, Yemenlileri aç bırakmaya ve çocuklarını öldürmeye devam eden Husileri, Gestapo benzeri örgütlerin Sana’da kendilerine muhalif olanları tutuklayarak işkence yapması gösterebilir. Bu tür uygulamaların, her şeyden önce Yemen halkına ne istikrar ne de okul ya da hastane sunması mümkün değildir. Buna benzer bir başka örnek ise, halkının tamamını varil bombaları ile bombalayan, milyonlarca çocuğu eğitimsiz bırakan, hastanelerden çok cezaevleri inşa eden Suriye rejimidir. Ömrü ne kadar uzatılmaya çalışılırsa çalışılsın, Suriyeliler birçoğu ve müttefikleri ona karşı olmaya devam edecektir. Baasçı Esed rejimi geçmişte halkına hiçbir şey sunmadığı gibi gelecekte de sunmayacaktır. Bilakis, görünen o ki Rusya Federasyonu, geçmişte Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da boğulduğu gibi, ama bu sefer çok daha kötü bir biçimde askeri ve politik bir bataklığın içinde boğulmaktadır. İran’ın Bağdat’taki durumuna gelince, her gün Irak halkının bu nüfuza karşı olduğunu gösteren bir başka işaret görülmektedir. Irak halkının bu direnişi, mezhepsel kabuğu aşarak ulusal öze ulaşmayı başarmıştır. Basra’da yakılan İran Konsolosluk binası olayı da bunun açık bir tezahürüdür. İran’ın içinde bulunduğu acziyet, açık ve net olarak tam da Lübnan’da görülmektedir. Silah zoruyla devletin önemli kurumlarına yerleşen Hizbullah, diğer gruplara kendi çıkarına olan bir ittifak dayatmaya çalışıyor. Diğer yandan ise Lübnan’daki beyin göçü artarken, ülke giderek yolsuzluk, işsizlik, çevre kirliliği ve borç bataklığına saplanıyor. Tüm bunlar, zorbalar örgütünün sponsorluğunda gerçekleşiyor! İran rejiminin üst düzey yetkilileri ise, kendileri için meşru bir sonuç elde ettikleri sürece projelerinin geniş çaplı başarısızlığını görmek ya da itiraf etmek istemiyorlar. Lübnan’ın içine düştüğü bu politik kargaşa, onların umrunda bile değil. Onlar, uçuruma giderken yanlarında kendi saflarında yer alanları da birlikte sürüklüyorlar. Bu arada çok daha fazla acı ve kan dökülmesine neden olmalarını umursamıyorlar. Asıl sormaları gereken, “Bu neden oldu?” sorusu yerine, “Bunu kim yaptı?” sorusuna cevap arıyorlar.

Son olarak, Arap topraklarını hedef alan İran yapımı silah ve bombaların yarattığı terörü görmezden gelen Hasan Ruhani, BM kürsüsünde ülkesini hedef alan ekonomik terörden şikayet etmektedir!