Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Arap Dünyasının çıkmaz sokakları: Suriye, Yemen ve Libya | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Bahreyn Dışişleri Bakanı’nın New York’ta Suriye hakkında söyledikleri beni şaşırtmadı.

Gözlemciler, Bahreyn’in Suriye rejimine yönelik özel bir tavrının olduğunu bilirler. Bu tavır savaş yıllarında dahi değişmemiştir ancak kullandığı dilde inişler çıkışlar olmuştur. Bu da temelde bir değişiklik olduğunu göstermez.

Son dönemin şartlarına baktığımızda, Lübnan’daki Esed destekçileri ile Şam’dan geri dönenler birbirlerine müjde verip duruyorlar!

Zira Esed rejiminin Arap Birliği’ne yeniden üye olabilmesinin şartlarının oluştuğunu, dolayısıyla yeni bir durumun arifesinde olduklarını düşünüyorlar.

Şimdiki meselemiz esasında, Bahreyn’in eski-yeni tutumu değil, bilakis şu soruya ne cevap verildiğidir;

Araplar yakın gelecekte Suriye hakkında ne düşünüyor?

Rejimin tutumunda hiçbir değişiklik yok.

Topraklarının neredeyse tamamını kontrol eden İran’a yönelik tutumunda bir değişiklik olmadığı gibi kendi halkına yönelik tutumunda da bir değişiklik söz konusu değil!

Sadece rejime sempati duymaya başlayanlara karşı bir tutum değişikliğinden bahsedilebilir.

Bu sempati duyanlar şunu söyleyeceklerdir: Suriye Dışişleri Bakanı, Birleşmiş Milletler’de, Lübnan’daki ve belki de Ürdün’deki yerlerinden edilmiş Suriyeli veya mülteci halkını karşılamaya hazır olduklarını söyledi.

Uluslararası örgütler ise hala şöyle diyor: Rejim ve şartlar, ülkeyi terk edenlerin geri dönüşüne izin vermiyor.

Lübnan yönetimi ve Hizbullah’ın gönüllü olarak geri dönmek isteyenler için ofisler açtığını biliyoruz.

Buraya başvuranların sayısı şu ana kadar yüzleri geçmiyor. Lübnan Dışişleri Bakanı Cibran Basil, bu insanların Lübnan’da çalıştıkları için geri dönmek istemediklerini iddia ediyor.

Cibran onlara, Suriye’nin yeniden yapılanma yolunda olduğunu, dolayısıyla iş imkânlarının oluşacağını, Lübnanlı büyük şirketlerin orada iş yapmak ve ihaleler almak için gittiklerini söyleyerek geri dönüş için onları sürekli yüreklendiriyor. Siviller kendi evlerine dönmek için neden tereddüt ediyorlar(!) diye de devamlı hayıflanıyor!

Konuştuğumuz Suriyeliler, sadece güvenlik nedenlerinden bahsetmiyorlar, Şam, Kalamun, Humus ve Halep’in banliyölerinde kendilerine ait yerlerin başkaları tarafından işgal edildiğini belirtiyorlar. Dolayısıyla gidecek yerlerinin olmadığını söylüyorlar!

Bahreyn’in tutumundan başlayarak bu ayrıntılardan bahsetme nedenim, şunu söylemek için:

Suriye’deki durum, bu ülkenin geleceğine katkı yapan ve ilgili olan bütün ülkelerin, gizli de olsa, bir toplantı yapmalarını zaruri kılmakta.

“Bu ülkenin geleceğine katkı yapan ve ilgili olan” sözümden kastım, Amerikalılar ve Ruslarla uzun bir zamandır ve sürekli olarak Suriye meselesi hakkında istişareler yapan Araplardır.

Bu stratejik topluluk, bir anlaşma veya mutabakata varabilirlerse, uluslararası aktörler o zaman devreye girebilir, Suriye’de bir Arap rolünü oynamak için Arap Birliği de harekete geçebilir.

2003 yılındaki ABD işgalinden sonra Arapların Irak’ı umursamadığı doğru değil.

Bilakis, ABD-İran anlaşmasının ortadan kaldırıldığı 2006-2007 yılına kadar “Irak’ın komşu ülkeleri” mekanizmasını kurdular.

İran’ı Suriye’den ve Lübnan’dan çıkaracak olan İsrail değil, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışacak olan, işte bu stratejik Arap topluluğudur.

Rus-Amerikan anlaşmasını beklemek ise beyhude.

Çıkmaza sürüklenmemesi için gayret gösterilmesi gereken diğer bir ülke de Yemen.

Husiler köşeye sıkışmış durumdalar. Böyle olmasa yaralılarını ve liderlerini, Yemen’deki insani yardım koordinatörü Liza Grandi aracılığıyla Umman’a çıkarmak için Uluslararası kuruluşlarla bu kadar içli dışlı olmazlardı.

Eğer ülkeden ayrılmayı düşünmemiş olsalar, Abdülmelik el-Husi, kendisinin yerine kimin önderlik yapacağıyla ilgilenmezdi.

Yemen’de öğretim üyeliği yaparken Bedreddin Husi (Hüseyin ve Abdülmelik’in babası) ve onun hasmı olan Muhammed bin Abdülazim el-Husi ile görüşmüştüm.

Bedreddin oldukça radikaldi ve tek amacı Yahudilerle mücadele etmekti. Evet, yanlış duymadınız Yahudiler!

200 kadar olan bu Yemen Yahudileri, sefalet içinde yaşadıkları yerleşim yerlerinde iktidarlar tarafından korunuyorlardı. Bedreddin ise “Zimmîlik sözleşmesini ihlal ettikleri!” bahanesiyle onlara saldırmaktaydı. Muhammed bin Abdülazim ise Mecmüddin el-Müeyyidi’nin taraftarlarındandı.

Zira bu şahsı, yaşayan en büyük Zeydi âlim olarak görmekteydi. Bu ikisi ise Bedreddin’i Zeydi olarak değil Şia’nın 12 İmamcı kolundan biri olarak görüyorlardı.

Şimdilerde ise Abdülmelik, Zeydi alim Muhammed Abdulazim el-Husi’yi yok etmek istiyor. Çünkü Abdulazim el-Husi, Abdülmelik’i Zeydi olarak görmüyor.

Abdülmelik’in 2012 ve 2013’de Damac kentinde Selefilere yaptığının bir benzerini Abdulazim el-Husi’ye ve yandaşlarına da yapmak istediğini zannediyorum, yani öldürme ya da ülke dışına çıkarma.

Şu anda Yemen’de iyi bilinen bir husus var ki o da; bu dışarı atılan Selefilerin evlatları bugün Yemen’de, Hudeyde savaş timlerinin en önde gelen savaşçılarına dönüşmüş durumdalar.

Askeri uzman değilim ama şu anda yapılması gereken Husi milisleri bir an önce Lahc, Beyda ve Hudeyde kentlerinden çıkarmak ve Sa’da’daki kuşatmayı ileri bir aşamaya taşımaktır.

Şayet Taiz kurtarılır ise önümüzdeki aylarda İbb kenti de kurtarılabilir.

Böylece burada artık hiçbir Husi milisi barınamaz.

Riyad’ta tanıştığım ve 1990 yılında kendisine ders okuttuğum Yemenli bir asker bana şunu söylemişti:

“Sizler bizlere yani kuzey Yemenlilere imrenirdiniz çünkü Batı sömürgeciliğine karşı savaşmak zorunda kalmamıştık. Ancak şimdi ülkemizi karış karış ve büyük bedeller ödeyerek kurtarmak zorunda kaldık.”

Sözlerine şöyle devam etti: “İlginç olan şu ki, Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih bizlere askeri toplantılarda şunu söylerdi: ‘Eğer şimdi bu isyancıları ortadan kaldırmazsanız, ülkenizi onlardan karış karış kurtarmak durumunda kalırsınız’!”

Daha fazla bir çıkmaza sürüklenmemesi için gayret gösterilmesi gereken diğer bir ülke de Libya’dır.

Libyalılar da Yemenliler gibi, silahlı ve silahsız tüm taraflardan bir uzlaşma elde etmek istediler.

Bunu sağlama adına Tunus’a, Cezayir’e ve Fas’taki Suheyrat’a gittiler. Sonrasında ise çözüm uluslararası bir boyut kazandı ve uluslararası heyetler buraya peş peşe akmaya başladı.

Şu anda Başkanlık Konseyi ve yöneticileri sivil ancak Trablus ve Libya’nın batısında esas karar alıcılar milis gruplar.

Güvenlik durumumuz daha iyi olmasına rağmen, Lübnan’daki durum da bu şekilde.

Bizim iki ordumuz var; Ordu ve milisler…

Trablus ve Libya’nın batısında ise Ordu kalıntıları ve 20’ye yakın milis grup var.

İtalya’nın bile Libya’da milisleri var. Uluslararası elçililik görevi yapan, arkadaşım ve fikir adamı Gassan Selame’nin, Fransız önerisi doğrultusunda yapılmış seçimlerden ümitvar olması beni şaşırttı.

Libyalıların (önceki iki seçimde olduğu gibi) çoğunun sivil yönetim lehine karar vereceğini düşünmüş olabilir.

Kıymetli arkadaşım! Milislerin seçimleri kabulleneceğini veya sonuçlarını kabul edeceğini sana kim söyledi?

Her halükarda, son uluslararası arabuluculuk çabaları, diğer girişimler ve verilen demeçler, seçimler ve mutabakat güvenliğinin baş döndüren atmosferinden yavaş yavaş çıkıldığını ve Cumhurbaşkanlığı Konseyi ile çalışma biçiminin yeniden gözden geçirildiğini göstermekte.

Doğu Libya’daki durum ideal olan değilse de, güvenlik yerleşti. Parlamento ve hükümet sınırlı da olsa çalışıyor.

Ordu, Bingazi’den sonra teröristleri Derne’den da çıkardı.

Doğudaki bu çözümün sadece askerden kaynaklandığını söylemiyorum. Ancak seçimler sadece güvenli bir ortamda ve tek bir otorite altında gerçekleşebilir.

Libyalıların neden öncelikle Cumhurbaşkanını seçmediklerini de anlayamıyorum!

Meşruiyet onun elinde olur.

Özgür seçimlerin yapılabilmesi için uluslararası yardımlar ülkeye akmaya başlar.

Çözüm sadece uluslararası olarak aranıyor ve Arap devletlerinin rolü devre dışı kalıyorsa, -ki Suriye, Libya ve Yemen’de olan budur- durumu ve buna neden olan şartları gözden geçirmenin bir faydası olmayacak.

Yemen’de Arap koalisyonunun müdahalesi olmasaydı çözüme yönelik adımlar atılamayacaktı. Öncelikle bunu idrak etmek gerekir.

Zira bunun iyi idrak edilememesi Libya ve Yemen’de ordunun bölünmesi ya da zayıflaması şeklinde kendini gösterirken, Suriye’de katil bir rejim ve İran’ın imtiyazlı hale gelmesi şeklinde kendini gösterdi.

Uluslararası çözümün tamamen yanlış olduğunu iddia etmiyorum.

Ama Suriye’deki duruma bir bakalım; uluslararası toplum aciz kaldığı için, önce İranlılar, daha sonra da Ruslar herhangi bir uluslararası karar olmaksızın rejim adına sivilleri katletmeye başladılar!

Ruslar ve İranlılar BM’nin 2254 sayılı kararını ne kadar umursuyorlar?

Suriyeliler artık, Şam ve Halep çevresinde bulunan Ehl-i Beyt türbelerinin isimlerini, Astana, Soçi gibi tuhaf başka isimleri akıllarında tutmak zorundalar!

Güçlü ve kararlı bir Arap stratejisi olmadan Arapların durumu hiçbir zaman iyi olmayacak.

Yemenlilerin, 2216 sayılı Kararın uluslararası mekanizmalar tarafından yürürlüğe konmasını beklediğini bir düşünelim!

Önümüzdeki 50 yıl başlarına nelerin geleceğini kimse kestiremez.

Yemen’e Araplar geldi, kurtuluş için bir ufuk açıldı.

Suriye ve Libya’da gerçekleşmesi gereken de budur.