Seçimden önceki hafta Türkiye’yi ziyaret ettim. Arkadaşlarım aracılığıyla seçim arefesinde olan Türkiye’deki durumu daha yakından izlemek istiyordum.Türkiye’yi demokratik mekanizmalardan uzaklaştıracağını ve Atatürk Cumhuriyetine karşı farklı bir yola sokacağını düşündüğüm bu tarihi seçimlerin seyrini gözlemlemeye çalıştım. OHAL nedeniyle alınmış olan önlemler açıkça görülüyordu. Halk pazarlarının girişleri bile silahlı kişiler tarafından korunuyordu. Meydanlara yakın yerlerde zırhlı araçlar park etmişti. Buna rağmen Türkiye’nin en büyük ticari başkenti olan İstanbul’da hayat normal seyrinde devam ediyor gibi görünüyordu. Büyük seçimin yapılacağı günden birkaç gün önce bile hiçkimse oylamanın nasıl geçeceği veya olasılıklar konusunda kesin bir şey söyleyemiyordu. Konuştuğum birçok kimse, Recep Tayyip Erdoğan’ın birinci turda kazanamamasına ve diğer ittifakın adayı ve en yakın rakibi Muharrem İnce ile ikinci tura kalmasına kesin gözüyle bakıyordu. Sayın Erdoğan’ın bazı politika ve siyasetleri konusunda çekincelerim bulunuyor. Örneğin kendisi seçimlere az bir süre kala daha çok partisinin başarılarına dikkat çeken aktif bir faaliyet içerisine girdi. Öyleki Başbakan ile birlikte daha üç ay sonra açılışı yapılacak olan İstanbul Yeni Havalimanına uçağıyla iniş yaptı. Bu şekilde kamuoyuna gerçekleştirmiş olduğu başarılı projelerden biri olan havalimanı projesini hatırlatmış oluyordu. Erdoğan’ın politikaları konusundaki çekincelerim kesinlikle kişisel değildir. Bu konudaki ölçeğim geçmişte olduğu gibi sadece Arapların yüksek çıkarlarıdır. Bu çekincelerimin kaynağını diğer başka konularla birlikte özellikle iki önemli konu oluşturuyor. Birincisi; İran rejimi ile kurmuş olduğu çok yakın ilişki. Bana göre İran rejimi (halkı değil); Irak’tan Suriye’ye, Lübnan’dan Yemen’e ve diğer birçok ülkede Arap komşularına zarar veren ve bölgede yıkıma neden olan bir rol oynuyor. Her ne kadar İranlılar ve müttefikleri bunu çeşitli gerekçelerle haklı göstermeye çalışsa da benim gibi Arapların birçoğuna göre oynadığı bu rol Arapların çıkarlarına zarar vermektedir.
Türkiye’nin İran ile ilişkisini belirsizlikle niteleyebiliriz. Bu ilişki daha çok geniş ticari ilişkilere ve siyasi çıkarlara dayanıyor. Türkiye’nin bundan elde ettiği kazanç çok açık. Türkiye İran’dan enerji ithal ediyor. İran’da elde ettiği kazanç ile altın satın alıyordu. Bu durum, 2015 yılında imzalanan nükleer antlaşma öncesine (Uluslararası ambargo dönemi) kadar sürdü. Ardından İran, kendisi ile finansal ilişkiler kurulmasını önlemek için uluslararası bankacılık sisteminin almış olduğu özel kurallardan kaçınmak için bu altını başka ülkelerde satarak ülkesine döviz kazandırıyordu. İran’ın Türkiye ile ticareti 2012 yılında en yüksek seviyesine ulaşarak yaklaşık 14 milyar doları buldu. Ancak bu tarihten sonra biraz da olsa bir gerileme yaşandı. Şimdi bu konuda yeni gelişmeler yaşanıyor. ABD Başkanı ülkesinin nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından 8 Mayıs’ta yaptığı açıklamada İran’a yaptırımlar uygunacağını deklare etti. ABD Başkanı’nın açıklamasına göre bu yaptırımlar İran’ı ve İran ile ticari ilişkilere devam eden tüm ülke ve şirketleri kapsayacak. Türkiye’den ilk resmi açıklama bundan hemen üç gün sonra geldi. Türk Ekonomi Bakanı 11 Mayıs’ta yaptığı açıklamada ülkesinin İran ile ticaretini sürdüreceğini ve bu konuda kim olursa olsun hiçkimseye boyun eğmeyeceğini belirtti. ABD’nin vermiş olduğu ve 6 Ağustos’ta sona erecek olan birinci mühlet ile 4 Kasım 2018’de sona erecek olan ikinci mühletin ardından Türkiye seçim yapmak zorunda. Ya İran ile ticari ve siyasi ilişkilerini sürdermeyi ya müttefiki ABD’nin taleplerine olumlu karşılık vermeyi seçecek. ABD, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde daha çok ilerlemesine ve gelişmiş F-35 savaş uçaklarının teslimine izin vererek görünüşe göre Ankara’nın gönlünü almaya çalışıyor. Türkiye-İran ilişkileri ticari ilişkilerin çok ötesinde olan karmaşık bir temele dayanıyor. İki ülkede Rusya ile birlikte Suriye’nin askeri ve siyasi sahnesinin yeniden düzenlenmesinde ya da belki de tahrip edilmesinde ortak hareket ediyor. Örneğin İran, Türkiye’nin Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyinde yürüttüğü askeri harekatı engellemek için gizlice fırsat kolluyor olabilir. Şüphesiz bu konu tüm dinamikleri ile Türkiye’nin birçok Arap ülkesi ve aynı zamanda en büyük müttefiki olan ABD ile ilişkilerinin geleceğini etkileyecektir. Sayın Erdoğan’ın bazı kişilerin pozisyonunu değiştirmek gibi her zaman yapmaya alışık olduğu siyasi manevraların uzun süreli bir fayda sağlaması mümkün değil. Çekinceli olduğum ikinci konu ise, Türkiye’nin İsrail’e karşı (yarı fırsatçı) tutumu. Türkiye, ABD yönetiminin Batı Kudüs’te elçilik açma kararından sonra Washington’daki elçisini geri çekme kararı aldı. Ancak sadece birkaç ay sonra elçi görevine geri döndü! Aynı şekilde iki ülke arasındaki derin ticari ilişkilerin devam etmesine rağmen Türkiye, İsrail’deki büyükelçisini (resmi-siyasi olarak) geri çekti! Hem Türkiye hem de İran bu kartı (Filistin) bir manevra olarak kullanmaktan kaçınmıyor. Bununla ilk olarak Arap ülkelerinin pozisyonunu ve tutumunu gölgeleme, ikincisi ise kısıtlı bir manevra alanına sahip olan bu meselede bazı Arapları ve basit kimselerin duygularını sömürmek istiyorlar. Araplar için büyük önem taşıyan bu sorunu siyasi oyunlarına dahil etmekten kaçınmıyorlar. Daha önce de belirttiğim gibi bu iki önemli konu dışında da bazı çekincelerim var. Bunlardan birisi Türk makamlarının başta barışçıl olanlar olmak üzere muhaliflere karşı takınmakta olduğu tutumdur. Türkiye’de bugün OHAL kanunları çerçevesinde çok sayıda gazeteci ve düşünür demir parmaklıklar ardında bulunuyor! Bu da Türk demokrasisinin yara almasına neden oluyor! Bana göre seçim yarışında yer alan partilerin programlarını okuyan bir kişinin aklına hemen şu söz geliyordur: ”Beterin beteri vardır”. Partilerin programlarında Suriye rejimi ile ilişkilerin normalleştirilmesinden tutun da Suriyelileri (gerekirse güç kullanarak) ülkelerine geri göndermek ve dış siyaset ile ilgili ve Ortadoğu bölgesini altüst edebilecek diğer bir dizi önerilere kadar her şeyi bulmak mümkün. Bu nedenle, Sayın Erdoğan’a oy verenlerin üç kesimden oluştuğunu düşünüyorum. Politikalarını destekleyen kesim, istikrarın devam etmesini isteyen kesim ve muhalefetin programından korktuğu için O’na oy veren kesim!
Sayın Erdoğan’ın önünde duran ve Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren çok zor ve önemli sorunlar bulunuyor. Bu sorunların en başında Türk lirasının yaşadığı düşüş ve yaşanan ekonomik gerileme yer alıyor. Bir diğeri ise Kürt sorunu. Kürtleri temsil eden partinin meclise girmesi, Erdoğan idaresinin başını ağrıtabilecek bir sorun olarak görülüyor. Buna ek olarak bu başarı, bazı açılardan ulusal birlik çabalarının kan kaybetmesi anlamına da geliyor. Seçimlerden önce Kürtleri temsil eden Halkların Demokratik Partisi (HDP) meclise girmesini önlemek için kendi aralarında alınması gereken önlemleri tartışan bazı parti mensuplarının konuşmaları kamuoyuna sızdırıldı. Erdoğan’ın bu son seçim zaferini milliyetçi ve sağcı bir parti olan Milliyetçi Hareket Partisi ile yaptığı ittifak sayesinde aldığını özellikle belirtmemiz gerekiyor. Ancak AK Parti’nin de milliyetçi düşüncelere yakın olduğunu söylemeliyiz. Hatta Sayın Erdoğan’ın kendisi bile sık sık Türklerin derin milliyetçi duygularını harekete geçiren milliyetçi düşünce ve ifadelere başvuruyor.Türkiye’deki siyasal sürece dışarıdan müdahale edilmesini kabullenen kişi ve partilerin doğru bir vizyon ve siyasete sahip olamayacağını her akıllı kimse bilir. Ancak doğrusunu isterseniz Erdoğan ve partisinin Siyasal İslam’ın (en büyük başarısı) – bu kavram konusunda da bazı çekincelerim bulunuyor-olduğunu düşünen bazı Arapların düşüncelerinin tartışılması gerektiğini düşünüyorum.Türkiye’deki seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından bazı Arapların bundan duydukları hoşnutluğun ve bunu Siyasal İslam’ın tam anlamıyla ideolijik bir zaferi olarak nitelemelerinin saçma ve bir aldatmaca olduğunu da belirtmeliyiz. Çünkü Türkiye deneyimi Erdoğan’ın da birçok defa ifade ettiği gibi laikliğe dayanmaktadır. Yani halkı müslüman olsa dahi bir ülkenin politika, ekonomi ve idarede modern araçları benimsemesi. Bu konuda herhangi bir çelişki bulunmuyor. Ancak sorunun temeli olgunlaşmamış siyasi propagandalarını yürütmek isteyen kimselerin bu iki kavramın birbirine girmesini sağlayarak bazı kişilerin aklını karıştırmaya çalışmasında yatmaktadır. Bu sadece yeni bir Müslüman saltanatın doğmakta olduğunu iddia eden yanılsamayı yaygınlaştırmaya yönelik bir çabadır!!Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlikelerden biri Sayın Erdoğan’ın seçim sonuçlarını halkın kendisine verdiği tam bir yetki olarak okumasıdır. Çünkü bu Türkiye tecrübesinin tam anlamıyla çıkmaz bir yola girmesini sağlayabilecek popülist bir anlayışın doğmasına yol açacaktır.
Son olarak; siyasi popülizm her ne kadar sandıkta başarılı olsa da belki de komşular ile sonu hiç de iyi bitmeyecek sorunlara yol açabilir… Bölgemizin şahit olduğu bir dizi siyasi popülizm deneyimi de bize bu gerçeği her daim hatırlatmaktadır!