Arapların zaman dilimi Japonya’dan yedi saat ileride, ama Arapların Japonlara göre bilimsel, ekonomik, hizmet ve davranış geriliği saatlerle değil, onlarca yıl mesabesinde. Nüktedan bir arkadaşımın tarifiyle, aramızdaki fark onlarca yıl da değil, yüz yıllarla ölçülür.
Japonya’yı ziyaret eden ilk Arab, bir hurma tüccarı olan Sübabe bin ebi Cafer bin Abdürrahman’dır. İngilizlerin Irak’ı işgalinin ilk dönemlerinde İngiliz Doğu Hindistan Şirketinden – sonradan Linch House adını alacaktır- bir gemi kiraladığı bilinir. Hindistan’ın İngiliz işgali altında olduğu dönemde de bu kişinin Hindistan pasaportu taşıdığı söylenmektedir.
Arapların çoğu, Japonların Arap davalarıyla ilgili neden ikircikli tavır takındığını soruyor. Japonya’yı iyi bilenler ise Japonların hassas Arap konularının kıyısına veya köşesine ara sıra uğradığını, durumu beğenmeyip kalkınma, kültür, sanat, ulaşım, iskan, çevre ve teknoloji yardımları konularında kendilerini bulduklarını söylüyor.
1986 yılının kışında, Irak’tan Tokyo’ya giden ve üyeleri arasında İran’dan yeni dönmüş üç sakat Iraklı esirin de olduğu “insani” bir heyetin başkanıydım. Heyette Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarından iki temsilci vardı. Ben de Enformasyon Bakanlığını temsilen bulunuyordum. Görevimiz, Irak ile İran arasında bir ateşkes çağrısı, savaş esirlerinin serbest bırakılması ve aradaki problemlerin müzakere yoluyla çözüm çağrısını uluslararası alana taşmaktı. Misyonumuz ‘resmi’ olmaktan çok ‘insani’ olduğu için, bazı sivil toplum örgütleri ve basınla toplantılar organize edilmişti. Toplantılarımızdan biri de bir muhalefet partisinin genel merkezinde kahvaltı buluşmasıydı. Toplantıya zamanında gittik. Birçok eğilme jesti ve sıcak tebessümlerle karşılanarak, ‘yiyelim konuşalım’ adı altında bir kahvaltı masasına oturtulduk. Japonlar her şeyi fevkalade dakik şekilde organize etmişti. İki heyet üyelerinin yerleri belirlenmiş ve hangi sırada oturacakları önceden tertip etmişlerdi. Bir şey hariç, o da ‘tercüman’ getirmek. Ev sahibi Japon heyetin ne İngilizce ne de Japonca bilmediklerini anladık. Japonca konuşmadığımızı da nasıl varsaydıklarını anlamadım! Judo (Uzakdoğu dövüş sanatı), Kimono (Geleneksel Japon giysisi), Harakiri (Kılıçla intihar etme), Samuray (Japon geleneksel askerleri), Suçi (Ünlü Japon yemeği), Toyota, Datsun, Yokohama gibi Japonca bazı kelimeler biliyordum. Ama bu terimler esirlerin salıverilmesi deklarasyonuna müşterek imza atmaları için yeterli değildi.
Japonlar her probleme çözüm ürettiklerinden, kendilerinin Japonca bir konuşma yapacaklarını, bizim de Arapça konuşma yapmamızı istediler. Japonlar da, büyük ihtimalle, Japon Baas Sosyalist Partisi mensubu olduklarından, ‘emri uygula, sonra tartış’ prensibini bize dayattılar. Japon heyetinin en kısa üyesi ayağa kalkarak, gülümseyen bir ifadeyle bizim ‘hoşgeldiğimizi’ anladığımız Japonca bir şeyler söyledi. ‘İyraak’, yanı Irak sözü her geçtiğinde de alkışlamaya başladık. Ardından kıyamet vakti geldi. Yani benim kalkıp konuşma yapma vaktim. İşe geniş bir gülümseme ve gösterişli bir eğilmeyle başladığımda altı kişiden oluşan Japon heyetinden güçlü bir alkış aldım. Ne diyeceğimi bilmezken aniden vahiy bana nazil oldu ve Irak’ın Basra şehrinin şairi Ebu Said Abdülmelik bin Ali bin Asma’ el Bahili’nin (Miladi 741-831) (Bülbülün şakırdaması sarhoş kalbimi mest etti) şiirini okudum. Ali Baba’nın ülkesinden geldiğimizi söyleyince her iki heyetten alkış aldım, zira; Japonların ‘Ali Baba ve kırk haramisi’ni iyi bildiğini, konuyla ilgili tiyatro ve filmleri olduğunu öğrendim. Ama konuşmamın kalan bölümünün, ne uğuruna Irak’tan geldiğimiz esirler ve ateşkes konusuyla ne de samuray, harakiri, judo veya Toyota konularıyla alakası yoktu.
Irak büyükelçiliğine döndüğümüzde Büyükelçi Dr. Reşid El-Rüfai ile çevirmen sorununu konuştum. Büyükelçi, Japon sivil toplum örgütleri ile bir araya gelen Arap heyetlerin aynı sorundan muzdarip olduğunu söyledi: Japonlar kendi dillerinde konuşurken, Araplar kendi dilini konuşuyor ve her kes bu sağırlar diyaloğunu alkışlıyor (durum bugün değişti, Japonlar Arapçayı öğrendi, biz de Suşi ve Lexus arabalarını bilir olduk). Büyükelçi, Japonların petrol ve ekonomik çıkarları hesaba alarak, özellikle Ortadoğu olmak üzere, uluslararası sorunlara dahil olmamayı tercih ettiklerine tercih dikkat çekti. Büyükelçinin söyledikleri doğru, zira; Japonların 1991 yılındaki Irak’a karşı Kuveyt’te uluslararası koalisyona katkıları sembolikti. Keza, 2003 Irak’ın işgaline katkıları da sembolik düzeyde kaldı. Tokyo, örneğin, Kahire’ye silah satacağına bir opera inşa etmeyi tercih eder. Ayrıca, ABD işgalindeki Irak’ta herhangi bir çatışmaya katılmamayı tercih ederek insani yardım hizmetleri sundu.
Japonya Başbakanı ‘Shinzo Abe’ bu geleneği kırmaya çalıştı. Ortadoğu’ya üç tur yaparak barışın sağlanması amacıyla diyalog yoluyla bölgesel çatışmalara son verme çağrısında bulundu. Filistin sorununda iki devletli çözümü destekledi. Körfez ülkeleri hariç, tüm Arap ülkelerinden daha fazla mültecilere mali yardım sundu.
Arap-Japon ilişkileri Hadimül Haremeyn el Şerifeyn Kral Selman bin Abdülaziz’in geçen yılki ziyaretiyle zirveye ulaştı. Rahmetli Kral Faysal’ın 46 yıl önce yaptığı Tokyo ziyareti sonrasındaki ilk Suudi Arabistan Kralının ziyareti oldu. Japonya, kendini Ortadoğu’nun problemlerine bulaşmaktansa, savaşların yerle bir ettiği şehirlerin yeniden imarı için cömert davranarak ekonomik destek vermeyi daha uygun buluyor. Japonya’nın bu adımları; 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki şehirlerinin Amerikan atom bombasıyla vurulduktan sonra Amerikan destroyeri Misuri üzerinde imzaladığı teslim anlaşmasından sonra kural edindiği barışçıl politikasının dışına ilk çıkışı oldu. Japonya, 2003 yılında Başbakan Koizumi döneminde ABD’nin Irak’ı işgaline verdiği hızlı ve açık desteğiyle dünyayı şaşırttığı doğrudur. Ancak Japonya, Irak’ın Güneyindeki Samawa kentinde Japon Savunma Kuvvetleri’ni göndermekle yetindi. Bu politikaya rağmen yumuşak misyonlarda çalışan az sayıda Japon vatandaşı Mozambik, Ruanda, Zaire, Angola ve Golan Tepelerinde, Kamboçya ve Doğu Timor’da öldürüldüler.
Araplar, bugün Kimononun, Samurayın, Harikarinin, Judo ve Sumo’nun Japon filmleri dışında artık Japonya’da mevcut olmadığını bilmelidirler. Bununla birlikte, bazı spor kompleksleri ve ringlerde judo ve sumonun güç ve prestij hissi veren folklorik sporlar olarak uygulandığını bilmekte yarar var. Araplar, yüzyılla anlaşabilmek amacıyla Japon sözlüğünü kullanmaya ihtiyaç duyuyorlar. Tıpkı Japonların Arap kültürünü terörizm, şiddet ve ırk ayrımcılığından uzak bir şekilde anlamak amacıyla ‘Lisanül Arab’, ‘El Bayan ve El Tebyin’ ve ‘İbn Haldun’un Mukaddimesi’ni bilemeleri gerektiği gibi. Mısır geçtiğimiz günlerde bu konuda iyi bir adım attı ve Japonlara Arapça öğretmek için kapılarını açtı!