Birkaç yıl önce Arap bölgesinde kullanımı yaygınlaşan ve onun “bölünmüş olanı bölme” tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu ifade eden bir ibareyi hatırlıyorum. Bu ibare, Arap başkentlerinde yalnızca “Okyanus ile Körfez” arasındaki ulusal projeler değil aksine, emperyalist mücadelede acele ile uydurulmuş terimiyle “küreselleşmiş mücadele” yürüttükleri iddiasıyla kabile ve mezhep bağlılıklarına sahip liderliklerin hüküm sürdükleri bir zamanda öne sürüldü.
Şüphesiz bölge, 1967’den sonra ulusal projenin çökmesinden etkilendi. Daha sonra 80’lerin sonu 90’ların başında “Berlin Duvarı” ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla sona eren doğu batı bloklaşması adı altındaki küresel saflaşma da bölgeyi etkiledi. Bu durumun aşılması ile her tarafta çınlayan sloganlar sona ermiş ve birçok rejim gerçek kimyasını bulmuştu. Çok geçmeden siyasi İslam ve onun silahlı uzantıları peyda olarak “Arabizm” ve “Filistin’in Kurtarılışı” gibi ulusal; sol “komünizm” ve sağ “liberalizm” gibi küresel ve uluslararası sloganların yerini aldı. Beklendiği gibi “devlet otoritesi”nin gölgesinde “otorite”nin haricinde bir silahlanmaya izin verilmedi. Daha sonra birkaç seçim tecrübesinden yararlanan siyasal İslam (Sünni), değişimi reddeden yönetimlerin karşısına çıkmak için “demokratik” seçime hazırlanmaya başladı. Buna karşılık, “meşru devlet silahı” (ordu, güvenlik ve ardından Suriye ve Irak’ta Şii milisler), Sünni siyasal İslam’ın içte ve dışta yükselmesine engel olmak için araç olarak kullanıldı.
“Arap Baharı” olarak isimlendirilen şey, gerçek bir dönüm noktasıydı. Birçok aydınımız hala bu isimlendirmenin doğruluğu ve kapsamı hakkında tartışıyorlar. Birçoğu yüksek sesle hassas olan birkaç meseleyi sorguladılar ve sorgulamaya devam ediyorlar. Örneğin; insani, siyasi ve ekonomik maliyetleri yüksekse de değişim zorunlu mudur? Diktatörlüklerle bir arada yaşamanın nesi problem? Veya diktatörlükler kargaşadan daha merhametli değil midir? Biz demokrasiyi hak etmeyen çapsız toplumlar değil miyiz, o halde niçin hak etmediğimiz bir şeyin peşinden koşuyoruz? Niçin kendi çıkarlarımızla ilgilenmek yerine, bize acıdan ve hayal kırıklığından başka bir şey getirmeyeceğini bildiğimiz bizim dışımızdaki Arap halklarla uğraşıyoruz? Son olarak, bizi himaye etmeye hazır olan büyük uluslararası güçler olduğu sürece, bölgesel tehditler karşısında zayıf olmamızda ne sakınca var?
Bu soruların cevabına ulaşmanın, siyasi kültürümüzü zenginleştireceğini ve bölge ve halkları hakkındaki görüşlerimize bir çerçeve kazandırmaya katkı sağlayacağını düşünüyorum. Ancak konunun olumsuz yanı, başkasından önce kendimizi hesaba çekmeye hazır olmadıkça ve sorumluluk duygusu taşımadıkça bu sorgulamayı yapamayacak oluşumuz.
Örneğin; birçokları Filistin meselesi ve İsrail’in doğası hakkında kalem oynattı. O kadar ki konunun açılmasından bıkanlar bile oldu. Sonra, dört Arap başkentinin egemenlik sınırlarına dayanan İran projesini yaşadık ve hala yaşıyoruz. Aynı şekilde Atatürkçülük tecrübesinin bölgeyi de etkisi altına alan enkazları üzerinde, Osmanlı kimliğine dönmeye çalışan Türkiye’nin doğum sancılarını okuyor ve takip ediyoruz. Bu esnada Arap cenahında bölünme ve ayrışma hızlanıyor. Bireysellik giderek artıyor. Yarışmacılar da bölgenin kaderini tayin etme noktasında kendilerini aldatmak için yarışıyorlar.
Sudan’da; güney ayrılması yaşandı, bununla da bitmeyebilir. Bazı Mağrib ülkelerinde bir süredir uyuyan sınıf krizlerinin sinyalleri mevcut. Yemen’de el-Kaide olgusundan sonra bir de Husi meselesi endişe verici, niteliksel bir değişimdir. Tüm bunlarla birlikte en büyük felaket hâlihazırda Irak ve Biladu’ş-Şam’da olan bitenlerdir.
Bölücülerin Suriye’de aynı şeyi yapmalarını daha kolaylaştırsa da, Kürt halkımız sonunda Irak’tan ayrılma ve bağımsızlaşma kararı aldı. Aslında bu “Yeniliğin, DEAŞ’ı Suriye halkının ayaklanmasına engel olmaya itmesine, Rusya-Amerika ve İran gözetiminde Esed rejimini ıslah edilmesine benziyor. Saddam Hüseyin ve Nuri el-Maliki’nin dönemsel aşırılıkları, diplomatik dilden vazgeçen Irak’taki Kürt liderlerine en başından beri istedikleri bağımsızlığın yolunu açtı.
Evet, Irak’ta, Suriye’de, İran’da veya Türkiye’de olsun; Kürtlerin bağımsızlık hakkına itiraz etmek ahlaki ve siyasi açıdan doğru değildir. Ancak sorun ayrıntılarda gizli. Yeni doğan “Kürdistan” hangi ülkede olacak? Sınırları ne olacak? Hangi rejim altında olacak? Bu ulus devlette Kürt olmayanların akıbeti ne olacak? Şimdiye kadar “tartışmalı” olarak adlandırılan karışık bölgelerdeki işaretler pek cesaret verici değil.
Irak’ta DEAŞ’a karşı yürütülen savaş sırasında peşmergelerin, “kurtardıkları” topraklardan çekilmeyeceklerine dair küstahça açıklamalar yapıldı. Sonra Kerkük, ardında da Telafer ve Ninova ovası köyleri mevzusu çıktı. Kitlesel temizlik dalgalarına şahit olan Diyala Eyaleti’nin durumunu da unutmayalım.
Suriye’ye gelince, Arap, Türkmen, Süryani-Keldani Asûrî bölgelerine kadar uzayan “Rojava” projesi ve beraberinde Arapça isimlerin değiştirilmesi emin adımlarla yol alıyor.
Özerk Irak Kürdistan Bölgesi sınırları dışında bir referandum yapmaya çalışan Mesud Barzani, dünyayı, Kuzey Avrupa devletleri modeline uygun çoğulcu ve demokratik bir devlet inşa edeceğine ikna etmeye çalışıyor. Ama, ismi “peşmergeler” olan Kürt silahlanmasının himayesinde… Aynı şekilde Suriye’nin kuzeyinde “özerklik” projesine dâhil olan ve karışık bölgelere egemen olmayan çalışan Kürt topluluklar, “demokrasi”ye olan bağlılıklarının altını çiziyorlar. Seçimler de “Demokratik Suriye Kuvvetleri” ve onun asıl bileşeni Kürt “Halkı Koruma Kuvvetleri”nin silahlarının gölgesinde gerçekleşiyor.
Bu tür bir “demokrasi”, Kürt halkının egemenlik sınırları içinde ve dışındaki birçok insanı tatmin etmez. Bazı azınlıklar da Kasım Süleymani’nin milislerine veya Bağdadi’nin DEAŞ’ına teslim olmaktansa bu Kürt egemenliğinin gölgesinde yaşamayı kabul etmek zorunda kalacak. Başka seçenekler sunan yönler de var.
Bazı Kürt liderlerin şüpheleri ve şiddetli itirazları var. Buna temenni değil de belki iyi niyet diyebiliriz. Bugün Arap gevşekliği ve zayıflığı, Irak ve Suriye devletlerini korumaktan aciz kalırsa, İran ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarının, dengeyi bozmaya ve şartları dayatmaya gücü yetecektir.
Bu arada, uluslararası planda verilen sözlere karşı uyanık olmak ve bölgenin en zayıf oyuncusu da olsa, Araplarla bile tüm gemileri yakmaktan uzak durmak komutanlar ve halk açısından Kürtlerin yararınadır.