Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Avrupa ile ilişkinin doğası: Kalıcı bir İngiliz takıntısı | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

İngiltere, hem niyetler hem de iradelerin test edilmesi açısından heyecan verici saatler yaşıyor. Genel olarak, muhafazakâr Başbakan Theresa May liderliğinin, ülkedeki durumu kontrol etme yeteneğinin çoğunu yitirdiğine inanılıyor. En başta kendi partisi buna inanıyor. May, selefi David Cameron gibi, çatışan parti kanatları arasındaki “uzlaşma” neticesinde geldi.

Muhafazakâr Parti içinde Avrupa ile olan ilişkiler konusunda, kalıcı hale gelen ilkesel ayrılıklar yaşanıyor. Bu ilkesel ayrılığının bir tarafını aşırı muhafazakârlar oluştururken diğer tarafını ise “tek millet” yönelimini miras alan ılımlı akımın kalıntıları oluşturuyor.

Parti, Siyasi dengeleri gözeten bir lidere yönelmeyi tercih etmişti. Düşmanları azaltma, ya da en azından çoğaltmama politikası izleniyordu. Tarihsel olarak, İşçi Partisinin 1970’lerde en sola doğru kararlı yürüyüşü, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana “uzlaşmacı” liderlerin gelmesine hizmet etti. Bunun tek istisnası Margaret Thatcher olmuştur.

Burada, geçmişte yaşananlara göz atmak için bandı geriye sarmakta fayda var. İngiliz politikasını anlamada iki önemli hususu ele almak gerekiyor, Birincisi, en güçlü politikacı olmak, partinin ve hükümetin başı olmayı garanti etmemektedir, zira güçlendikçe düşmanların sayısı da buna paralel olarak artmaktadır. İkincisi, politik arenanın kazananı genelde “orta”yı temsil edendir. İster muhafazakâr isterse işçi partisi lideri olsun iktidarı elde etmede bu faktör öne çıkmaktadır yani kazanma şansı artmaktadır.

Söz konusu savaşın bitmesinden sonra Muhafazakâr Partinin liderliğini Winston Churchill yapıyordu. Öte yandan Clement Attlee, savaş sonrası yapılan ilk genel seçimlerde İşçi Partisi’nin liderliğini yürütüyordu. İngiltere o zaman yıkıcı ve bedeli ağır bir savaştan çıkmıştı ve altyapısının yenilenmesi, toplumun da rehabilite edilmesi gerekiyordu. Bu gibi durumlarda farklı niteliklere sahip insanlar öne çıkabilmektedir. Churchill gibi savaşlarda zaferler inşa edenler, bu sorunları çözemeyebilirdi. Bu durumda Attlee gibi müessesler inşa eden kişilere ihtiyaç vardı.

Sakin ve makul bir lider olan Attlee, “Ulusal Sağlık Hizmeti” üzerinden “sağlık sigortası” sağlamak için “Sosyal Güvenlik Ağı” kurumlarının inşa edilmesine yöneldi. İstihdam projeleri geliştirdi, işsizlikle mücadele etti ve işçilere sendikal haklar verdi. Yaralı bir toplumun ihtiyacı tam olarak buydu. İki taraf, ideolojik ve düşünce seviyelerinde önemli ayrışma noktalarına maruz kalmış, iç ve dış çıkar politikaları çizilirken önceliklerde de ayrışmalar yaşanmıştı. İki taraf da, güçlü liderliklerin altında yaşadılar. Her biri kendi önceliklerini eyleme geçirmeyi başarmıştı, üzerinde uzlaşılan liderler ise daha ziyade iç bölünmeden kaçınmaya öncelik verdiler.

Muhafazakâr Parti’den Richard Butler ve İşçi Partili Denis Healey, nadir politikacılardı, ancak ideolojik eğilimler ve siyasi çıkarlar, ikisinden birinin partiye liderlik etmesini ya da başbakanlığa ulaşmasını engelledi. Öte yandan, bazı sıradan politikacılar dümeni ele geçirdiler, çünkü şartlar onları destekleyen akımlar açısından elverişliydi ya da risk taşımayan, tehlikelerden uzak tercihlerde bulunmuşlardı veya partinin bölünmesine neden olmamışlardı.

Avrupa meselesine gelince, İngiltere, 1970 ve 1974 arasında ülkeyi yöneten ılımlı muhafazakâr Başbakan Edward Heath döneminde Avrupa Birliği’ne üye oldu. Eski İşçi Partisi Lideri Harold Wilson’un (1963-1970 arasında başbakanlık yaptı) yeniden seçilmesinden sonra İngiltere, 1 Haziran 1975’te yapılan referandumda Avrupa ailesinde kalma arzusunu yineledi. Genel olarak, iki büyük partinin yani Muhafazakâr ve İşçi Partisinin ılımlıları Avrupa fikrini savunurken, sağ ve sol kanadın aşırılık yanlıları bu konuda daha çekingen davrandılar. Sağcı Muhafazakârlar, “milliyetçiliği” öne çıkardılar ve serbest piyasa ekonomisinden yana tavır aldılar. Buna karşılık, emekçi sol, Avrupa Ortak Pazarı fikrinin kapitalist sağcılara ait olduğunu, dolayısıyla burjuvaziye ve büyük sermaye gruplarına hizmet ettiğini söyleyerek karşı çıkmayı tercih etti.

Heath’ın 1974 seçimlerinde Wilson karşısında yenilgiye uğraması, William Whitelaw liderliğindeki ılımlı akım ile “ideolojik” liderliğini Keith Joseph’in yaptığı Margaret Thatcher ekolü arasındaki mücadelenin kapısını açtı. Thatcher bu mücadeleyi kazandı ve muhafazakârlar daha fazla sağa kaymaya başladılar, işçiler ise rolleri gereği daha fazla sola kaydılar.

1979 bahar seçimlerini Thatcher kazandı, Sovyetler Birliği’ndeki liderliğin zayıflamasından, Amerika’daki “Reagan” akımının yükselişinden faydalanarak, “Sağ Devrimi”ni daha da güçlendirdi. Daha sonra 1982’deki Falkland Savaşı ve İşçi Partililerin aşırı bir şekilde sola kayması sayesinde politik konumunu daha güçlendirdi, 1983 ve 1987 seçimlerinden zaferle çıktı.

Ancak Avrupa konusu Muhafazakâr Parti içinde tartışmalı bir konu olarak kaldı. Thatcher, İngiltere’nin Avrupa ve Birleşik Krallık Ülkeleri ile ilişkileri pahasına, Washington ile beraber hareket etme konusuna tamamen ikna olmuştu. Bu arada eski savunma bakanı Michael Heseltine’nin başını çektiği parti içinde güçlü bir akım daha vardı ve bu akım Avrupa ile bütünleşme konusunda çok hevesliydi. Bu arada çarpıcı bir ironi var; AB’den çıkışın (Brexit) temel mantığını oluşturan Doğu Avrupa ülkelerinden (eskiden komünizm ülkeleriydi) İngiltere’ye ucuz işgücü akışına ilişkin şikâyet, şimdilerde Thatcher yanlısı sağ kanattan geliyor. Daha dün kendileri, Avrupa ile bütünleşme kavramını “zayıflatmak”, Almanya ile Fransa’nın Avrupa’daki ağırlığını “azaltmak” için Doğu Avrupa ülkelerine katılmak için oldukça hevesliydiler.

İşçi Partisinin durumu da çok farklı değil. Partinin ılımlı ve sağ kanada yakın olanları, ılımlı Avrupa soluyla aralarında birçok ortak ideolojik unsur olduğunu görüyorlar. Özellikle de Birleşik Krallık Ülkeleri ile olan geleneksel bağların zayıflamasıyla ve Washington’un Cumhuriyetçilere doğru kaymasıyla birlikte bu daha da belirgin hale gelmiş durumda. Fakat partinin sol kanadı ve halk tabanı, özellikle de vasıfsız işçiler, küreselleşme karşıtı bir tutum takındılar. Böylece, geleneksel solcu seçmenlerin büyük bir bölümü, 2016 referandumunda Avrupa’dan çıkış (Brexit) için oy kullandılar ve içe kapanmayı tercih eden sağ kesimle-hatta ırkçı olanlarıyla- beraber hareket etmiş oldular. Bugün, Teresa May’ın gerçekten yapmaya çalıştığı şey, öngörülebilir bir gelecekte ortadan kalkmayacak gibi görünen keskin ve kronik bir bölünmeden kaynaklanan “bir krizi yönetmektir”.

Ancak iki akımla karşı karşıya bulunuyor, bunlardan ilki, çıkış için her bedelin ödenmesi gerektiğine inanıyor, ikincisi ise çıkış fikrini yanlış bir macera olarak değerlendiriyor.

Aynı zamanda, sabit fikirli/dogmatik İşçi liderleri var ve bunların fikirleri birçok kimseyi endişelendiriyor. Bunların önemli bir oranı İşçi Partisi destekçilerinden oluşuyor.