Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Basra şafağı: Enkazı kaldırmak için bir başlangıç | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Birkaç ay önce, Irak’ta, özellikle de güneyde herhangi bir halk ayaklanması konusunda iyimser değildim. Iraklı arkadaşlarımdan biri ise tam tersine, iyimser bir okuma yapmaya çalışıyordu.

Birkaç yıl önce Kerbela’da bağımsız bir adayın iyi performansından çok etkilenmişti. Kerbela şehri gibi dini mirasın kalesi konumunda bir yerdeki performansını iyi bir davranış göstergesi olarak görmüştü. Benim açımdan ise kötümserliğim, Lübnan’daki Hizbullah modelinde olduğu gibi tecrübelerime dayanıyordu. İyi biliyorum ki İran sessiz ve titiz çalışır ve uzun vadeli yatırımlar yapar. Her iki davranış biçiminin İran’ın karakteristik yapısıyla bir bağı var.

İran’ın Saddam Hüseyin’i devirme savaşı bunun tipik bir örneğiydi, inceleme ve ilgiyi hak ediyor. Bundan önce, mollalar, İran-Irak savaşındaki “başarısızlığı” kabul etmiş ve “mezhepsel fitneye yatırım” yapmanın din adına bölgesel hegemonyaya ulaşmak için bir silah olduğunu öğrenmişlerdi. Zira bu yöntem onlar açısından daha güvenilir, daha iyi ve başkalarına karşı daha az düşmanlık yapmayı gerektiriyor. Herkesi İran karşıtı bir konuma getiren doğrudan bir savaşa girişmenin ne âlemi var!

Hizbullah’ın kuruluşu bu bağlamda bir rol model olmuştur. Lübnan gibi çoğulcu, İsrail’in bitişiğinde ve mezhepsel iç savaştan çıkmış bir ülke elbette böyle bir örgüt için en uygun yerdir. İran’ın yeni sömürge-intikam projesi için hedeflediği bölgeler vardı, işte Lübnan yatırım yapmaya değer bir modeldi. Bağımsız siyasal kültürü ortadan kaldırmak, Şii Arapların ulusal kimliğini yok etmek ve onları kendi toplumlarını yok eden, kendi halkını öldüren, kendi topraklarını “meşru yetki” adı altında başkalarına devreden emir kullarına dönüştürmek için bu proje en iyi araçtı ve öyle olmaya da devam ediyor.

Kimliği yok etmek, düşünceyi çarpıtmak, kararlara el koymak, ayrılık tohumları ekmek, 1338 yıllık nefret ve intikamı diri tutmak ve bu uğurda milyarlarca dolar harcamak ve kandan nehirler akıtmak keyfi bir mesele değildir. Bu yola kendini adamış ve şimdiye kadar istenen meyvenin dörtte üçünü toplayanların, kolayca geri çekilebileceğini hayal etmek saflık olur.
Dahası, Tahran rejiminin “müttefikleri” veya “dostları” olarak kabul edilmesi mümkün olmayan güçler, ilginçtir, on yıllardır bu rejimin ayakta kalmasında büyük faydalar gördüler. “İran-Kontra” anlaşmasından son nükleer anlaşmaya kadar, Tahran rejimi bu gerçeğin farkındadır. Bu yüzden ip üzerinde mükemmel bir şekilde cambazlık yapmaktadır. Bu düşüncelerimizi gerekçelendirme adına, bazı noktaları burada zikredebiliriz:

Birincisi; mollaların rejimi, tabiatı gereği mezhepçi-milliyetçi bir rejimdir. Milliyetçi ya da mezhebi saiklerle, Türk, Kürt ve Arap komşularına düşmanlık yapar. Bu, Ortadoğu bölgesinin dağılma, bölünme, çatışma ve düşmanlık bölgesi olmasını isteyenler için önemli bir faktördür.

İkincisi; bu rejim, farklı mezheplerin olduğu ya da nüfusun çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu ülkelerde Şii mezhebine dayalı İslami anlayışı yaymak için sürekli çalışır. Bunun anlamı, bütün gücünü ya bu ülkelerde iç savaşları patlatmak ya da Sünni grupları kışkırtmak için kullanır. Bazı radikal cemaatleri diğer radikal hareketlere kırdırır yani birini diğeriyle ortadan kaldırır. Devrim Muhafızları dört devletin başkentlerini kontrol ettiklerini iddia etmişlerdi. İşte  bölgede tam olarak bu gerçekleşiyor.

Üçüncüsü; rejim, İsrail ve Avrupa ülkelerinin sınırlarından coğrafi olarak uzaktadır. Onlara ancak Araplardan destekçileri aracılığıyla ulaşabiliyor. İsrail’in güvenliği ve yerlerinden edilmiş insanların Avrupa’ya istenmeyen göçü gibi konularını kullanıyor. Terörizm ve radikalizm söylemlerini dillendiriyor. Bu konuları pazarlık ve kazanç elde etmenin bir anahtarı olarak elinde tutuyor. Kendi iç güvenliğini herhangi bir zarara uğramadan elde ediyor.

Dördüncüsü; İran, petrol üretimi ve rezervinde küresel bir ortaktır. Sayısı 90 milyonu bulan ve hızla artan devasa bir tüketici kitlesi vardır. Dolayısıyla, Tahran’ın Irak, Suriye, Lübnan, Gazze ve Yemen’de yaptıklarını yakından takip Avrupa güçlerinin, nükleer konusunda neden duyarsız bir tutum sergilediği daha iyi anlaşılmaktadır.

Beşincisi; İsrail ile ilgili olarak, dünyadaki hiçbir ülke, iki devletli çözüm de dâhil olmak üzere bütün barış anlaşmalarını yıkmaktan başka bir amacı olmayan aşırılık yanlısı Likud projelerine İran kadar hizmet etmedi. Şam rejimi ile doğrudan işbirliği içerisine girdi, Filistin birliğini parçaladı, daha sonra Batı Şeria’yı bırakıp Gazze Şeridi’ne destek oldu. İsrail’in radikal kanadının eline –kendine bağlı cemaatler aracılığıyla-bahaneler verdi. İsrail’in bu aşırı kanadı, tecrit ile tehdit edildiğini bahane ederek, her defasında gerilimi tırmandırmaya başladı. Filistin topraklarının dışında ise durum farklı işliyor, zira İsrail Hizbullah ile “Litani’nin güneyinin güvenliği” konusunda anlaşma yaparken, Humus, Halep, Guta, Şam ve Dera’nın yok edilmesi karşısında sesini çıkartmamaktadır.

Irak’a ve Basra ayaklanmasına geri dönecek olursak, birkaç gün önce bir kaset aldım. İçeriğinin doğruluğunu ve güvenilirliğini bilmiyorum. Ancak içeriği, Musul şehrinde savaşan DEAŞ militanlarını “Yezid bin Muaviye’nin torunları” (!) olarak niteleyen Nuri el-Maliki’nin sözlerinden çok da farklı değil.

Bu videoda, “Velayet-i fakih” mollalarından birisi izleyicilerin sorularını yanıtlıyor. Molla göstericilere yönelik bazı suçlamalarda bulunuyor; “Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a) ve Ömer bin Hattab’ın (r.a) karşısında Fatıma (t) ile dayanışma göstermeyenler, su ve elektrik konusunda birbirleriyle dayanışma içerisine girip gösteri yapıyorlar.” Bu molla, Basra’ya komşu bir şehirde Zübeyr bin Avvam (r.a) isminin bir mekâna verilmesinin kabul edilmesini sert sözlerle eleştiriyor.
Bunun benzeri birçok insan var. Suriye şehirlerini mezhepsel bahanelerle yok edenler işte bu gibi insanlardır. İran, Arap Şia topluluklarında bu türden “bubi tuzaklarına” yıllarca yatırım yaptı. Bu oyunları kolayca terk etmesini beklemek boşunadır. Bunlar Arap toplumlarımızda bulunan yıkım ekipleridir.

Bütün bunlara rağmen, geçmişte Kerbela’da yaşananlara karşı çıkan yiğitler bugün, Basra intifadasının yanında yer alıyor. Bu göstergeler basit gibi görünebilir. Ancak, körü körüne teslim olma havasını kırmıştır. Bu hava istikrarlı ortamı yok etmeye başlamıştı ve ilginçtir İran, bu ortamı koruduğunu ve savunduğunu iddia ediyordu.

Masum taleplerin, Tahran akımının etkisiyle kendisini yavaş yavaş mezhepsel kutuplaşmanın atmosferi şeklinde dayatması sadece Irak’a has bir durum değildir. Bu atmosferin oluşmasında daha önceden, Şii caddelerini işgal eden, tehditlerle onları boyun eğdirmeye çalışan DEAŞ kullanılmıştı. Daha önce kullanılan bu gerekçeler şimdi de kullanılmaya devam ediyor. Sözgelimi Hizbullah Lübnan halkını, DEAŞ’tan onları koruduğu gerekçesiyle minnet altında bırakmaktadır. Ancak aynı Hizbullah kendi militanlarını kurtarmak ve klimalı otobüslerle nakledilmesini sağlamak için DEAŞ’la pazarlık yapabilmiştir.
Doğrudur, Basra’da yaşanlar sadece bir başlangıç, ama bir yerden başlamak gerekiyor.