“Hatıralardan bahsetmeyelim artık. Bana tuzak kurma, buna düşmeyeceğim. Mesleğine olan sevgini anlıyorum ancak bizim hesaplarımız farklı. Hatta birbirine zıt. Sen Şarku’l Avsat’ta ilgi çekici tartışmalar, dikkat çekici başlıklar yayımlamak için ilgi çekici bir konuşmanın peşindesin ki bunun için çabalamak senin hakkın. Usta bir gazetecinin görevi, hikaye avından vazgeçmemektir. Maalesef bende de bunlardan çok var. Ordu, parti ve devlette birlikte çalıştığım adamlar da dahil, bazı röportajlarını okudum. Onların maceraları, bu hikayeleri, benim yaşımda birinin pek de uzağına düşmeyen, mezara beraberimde taşımam gerektiği konusundaki inancımı pekiştirdi. Zihninde dönüp duran soruları biliyorum. Okuyucu, bunları işbirliği ve düşmanlık ettiğim diğer oyuncuların hikayeleriyle karşılaştırabilsin diye cevaplarımı istiyorsun. Sen diyorsun ki bildiklerimi, içine daldığım veya tanık olduğum hadiseleri söylemem, benim hakikate ve tarihe olan borcumdur. Bu duraklardan bazısı, dikenli, kanlı ve dehşet uyandırıcı idi ve genellikle ailelere acı veren ve tüm ülkeyi yiyip bitiren felaketlere sebep oluyordu. Cesaret, acımasızlık ve pervasızlıkla nitelendiğimi sen bilirsin. Ancak sana utanarak söylüyorum ki korkuyorum.
Ülkemin şu an gelişmiş ve istikrara kavuşmuş olmasını dilerdim. Hakkında konuşacağım başarılarım olsaydı. Keşke örnek almaları ya da gelecek hakkındaki görüşlerine kulak vermeleri için yeni nesillerin önüne koyabileceğim bir modelim olsaydı. İnan bana biz acılı geçmişin insanlarıyız ve onunla birlikte ortadan kaybolmalıyız. Sen, beni konuşmaya dahil etmek istiyorsun çünkü benim suçlu olduğumu düşünüyorsun. Bu fikrinden ötürü seni suçlayamam. Meslektaşlarımla birlikte, gençlik hayallerine kapılarak, çaylaklığın verdiği aymazlıkla, etkileri hiç de azımsanmayacak hatalar yaptık, günahlar işledik. Doğru, ülkemizin bir enkaz yığınına dönüşmesinde payımız var. Öyle ya ülkemiz için güç, kuvvet, birlik hayal ediyor; gücünü geri kazanmasını, ümmeti uyandırıp diğer milletler arasındaki konumunu vurgulamak istiyorduk.
Bana ne hakkında, ne soracağını tam olarak biliyorum. Gazetecinin ve okurun ilgisini çekmek için arkadaşlarımın isimleri yeterli. Ancak tüm yaraları tekrar deşmek, ülkemizin sürüklendiği korkunç çöküşü durdurmaya hiçbir katkı sağlamaz. Arkadaşlarımın isimleri, ilgi çekici olduğu kadar ürkütücü de: Ahmed Hasan el-Bekir ve Saddam Hüseyin. Ali Salih el-Sadi ve Hazim Cevad. Sen bunlara o dönemlerin sembol isimlerini de ekleyebilirsin: Abdülkerim Kasım ve Abdüsselam Arif. Tabi sen şimdi bana Mişel Eflak, Emin el-Hafız ve Hafız Esed’i de soracaksın.
Bizzat kendimin de onların arasında hazır ve katılımcı olduğumu inkar etmiyorum. Biliyorum, sen şimdi Kasım’ın devrilme ve yayında idam edilme hikayesini soracaksın. Kasım ile ona merhamet etmeyen arkadaşı Arif’in, imkanını bulduğunda hesabını kesip, öldürücü darbe vurmasını da. Kesin Baasçılar ile Komünistler arasındaki kan dökmeyi de soracaksın. Baas’ın 1968’de geri dönüşünü; gürültülü darbe vakti gelene kadar ‘Sayın Milletvekilim’ unvanına razı Saddam Hüseyin isimli utangaç bir gencin, ülkenin ve halkın kaderine yön veren tek adam olarak ‘Sayın Cumhurbaşkanı’na dönüşmesini…
Hatıralarımı bir bir anlatmaya utanıyorum. Torunlarımın ve onların çocuklarının bunları okumasından ve onlara mayın tarlası gibi bir ülke bıraktığımızla yüzleşmelerinden çekiniyorum. Katliam üzerine katliam yaşayan, daima bir iç savaşın eşiğinde bulunan bir ülke. Toprağı, çocuklarını yutan, onlara kucağında yer vermeyip ya mezara ya da sürgüne gönderen, evlatlarını terör korkusuyla yaşamaya sürükleyen bir ülke.
Bunlardan asla yabancı ajanlar olduğumuzu ya da fırsatçılık yaptığımızı veya savaşa, kana tutkun insanlar olduğumuz sonucunu çıkarma. Ancak dünyayı bilmediği gibi, ülkelerini de tanımayan gençler olduğumuz sonucuna rahatlıkla varabilirsin. Biz sandık ki, radyoyu (medyayı) ele geçirmek, ülkenin gidişatını değiştirmeye yeter. Sandık ki, partinin her şeye egemen olması, kendisine muhalif olanı ya da sana karşı şüphe taşıyanı öldürmeye izin veren kutsal bir iş. Sandık ki, bize karşı çıkanları darağacına göndermek veya zindanlarda çürümeye bırakmak ve bu işkenceden kurtulmak için hızlı bir ölümü dileyecek hale getirmek, bizim hakkımız.
Ülkenin altında petrol yatakları varken Iraklıların açlıktan kıvrandıklarını, yolsuzluk canavarının ülkenin zenginliğini, egemenliğini ve onurunu yerle bir ettiğini görünce inan ki utanıyorum. Iraklılar, elektrik talebiyle sokağa döküldüklerinde; Sünnilerin, nüfus tablosunun değişmesinden ötürü hayıflandıklarını, Kürtlerin de Bağdat’taki isim kim olursa olsun zulmü kendileri için bir kader olarak gördüklerini işittiğimde kahroluyorum. Irak’ın Amerikalı elçinin rızası ve Kasım Süleymani’nin imzası olmaksızın bir hükümet oluşturmaktan aciz olduğunu gördüğümde acı çekiyorum.
Evlatlarım ve torunlarım tarafından etrafım sarılmış bir şekilde, Bağdat’taki evimde ölümü bekliyor olmayı ne kadar da isterdim. Normal bir ülkede, normal bir mezarımın olmasını… Biz normal bir devlet kurmak için çalışmış olsaydık, Irak bunca şeyi yaşıyor olur muydu? Suriye’de normal bir devlet kurmak için çabalasaydık Suriye böyle patlar mıydı? Bizim politikalarımız ve müdahalelerimizin, Araplar için bir arada yaşamanın ve refahın bahçesi olarak görülen Lübnan’ın patlatılmasına katkı sağladığını unutmamız doğru olmaz. Öte yandan Yaser Arafat, kardeşlerinin elinden çok çekti ve bu durum, onu, kabul edilemez olanı kabul etmeye mecbur etti.
Ne yalan söyleyeyim, normal ülkeleri kıskanıyorum. Tarihi bir lidere ihtiyaç duymayan, güvenlik mekanizmalarına ve işkence aletlerini geliştirmeye harcadıklarından çok daha fazlasını eğitime ve üniversitelere harcayan, içeride birlikte yaşamı dışarıda iş birliğini yeğleyen ülkeleri.
Bana tuzak kurma. Hatıralarımı asla bir bir anlatmayacağım. Beni korkutan, devreye giren alternatiflerin de başarısız oluşu. Bizim işlediğimiz suçlar, zalimlerin işlediklerinden daha az değil. Biz, sonsuzluk mesajı veren, birlik halinde, tek bir ulus hayali kurduk. Oysa karşılığında, katliamların yapıldığı, yabancı ordular ile milislerin kol gezdiği bir yere döndük. Normal bir devlet yapısı var olmadıkça, Araplar için bir gelecek yok. Bunun gerçekleşebilmesi de yakın zamanda pek mümkün görünmüyor.”