ABD Başkanı Donald Trump dün, ülkesinin Suriye’deki askeri varlığına dair son kararın tartışıldığı ulusal güvenlik toplantısına başkanlık yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani bugün Ankara’da Suriye’deki askeri ve siyasi düzen ile ülkenin geleceğini görüştü. Türkiye’nin Tel Rıfat’a yönelik operasyon hazırlığı ve Suriye’de siyasi çözüm sürecinin geleceğini ele almak üzere üçlü bir zirve düzenledi.
Zirve, Esed rejimine bağlı kuvvetlerin, muhaliflerin Şam civarında ellerinde bulundurdukları son bölge olan Doğu Guta’yı tamamen kontrol altına almasından sonra gerçekleşti. Suriye’de gelinen noktada soru şu: Doğu Guta’yı ele geçiren rejim güçleri bundan sonra güneydeki Dera’ya mı yoksa Humus’un muhalif grupların kontrolündeki kuzey kırsalına mı yönelecek?
Ancak söz konusu bölgelere ilişkin nüfuz haritasının Suriye’nin bölünmesi için bir emri vaki olarak dayatıldığı görülüyor.
Fırat’ın doğu bölgesi
ABD’nin desteklediği ve bünyesinde Kürt ve Arap grupları barındıran Suriye Demokratik Güçleri (SDG), Suriye’nin 3’te 1’ini oluşturan Fırat Nehri’nin doğusundaki bölgeyi kontrolü altında tutuyor. Uzmanlara göre bu bölge, Suriye’deki petrol rezervlerinin yüzde 90’ını, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 45’ini barındırıyor.
Suriye’de savaşın başladığı 2011 yılı öncesinde günlük 380 bin varil civarında olan petrol üretimi, savaşın başlamasından sonra günlük 20 bin varile düştü. Ancak son zamanlarda ülkedeki petrol bölgelerinde çatışmaların sona ermesiyle üretim yeniden günlük 60 bin varil seviyesine çıktı. ABD ve desteklediği grupların kontrolünde olan bölgelerde üretilen petrol Rusya ve müttefiki Esed rejiminin kontrolündeki bölgeler üzerinden ülkeye dağılıyor.
Fırat’ın petrol zengini olan doğu bölgesi, Suriye’de 7 yıldır yaşanan savaş sürecinde birkaç kez el değiştirdi. Savaşın başlamasından sonra ülkedeki petrol ve doğalgaz kaynaklarını muhalif gruplar kontrol ederken DEAŞ terör örgütünün ortaya çıkması ve bu alanları muhaliflerin elinden almasıyla bölge yeniden el değiştirdi. Nihayetinde ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon güçlerinin desteklediği SDG, Rusya’nın desteklediği Esed rejimi ve İran’a bağlı Şii militanların DEAŞ’a karşı yürüttükleri operasyon sonucunda bölgenin kontrolü büyük çoğunluğu SDG’de olmak üzere bu iki güç arasında paylaşıldı.
Suriye’de günde yaklaşık 60 bin varil petrol üretiliyor. Ham petrolün varil fiyatı 8 dolar olarak belirlenirken her bir varilin Humus’taki petrol rafinerilerinde işlenmesi için de 8 dolar daha maliyet ekleniyor. Petrol, işlenmesinden sonra ise dünya pazarlarına maliyetinin birkaç kat fazlasına satılıyor. Suriye’de petrol ticareti ekonominin temelini oluşturmaya başlarken petrol satışı günlük 1 milyon dolar getiri sağlıyor.
DEAŞ karşıtı olan ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon, Fırat Nehri’nin doğu bölgesinin terör örgütünden kurtarılması için SDG’ye verdiği yoğun hava desteğinin yanı sıra ağır ve hafif silah takviyesinde de bulundu. 2017 yılı sonunda Rakka, Haseke ve Irak-Türkiye-Suriye sınır üçgeni tamamen SDG’nin kontrolüne geçti. Mayıs 2017’de Washington ve Moskova arasında Rusya tarafından desteklenen askeri güçlerin Suriye’nin doğu ucundaki Deyrizor kentine geçmesine izin verilen bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre Rusya’ya bağlı kuvvetler Deyrizor, el-Meyadin ve Ebu Kemal’i, ABD’nin desteklediği SDG ise Rakka’nın kuzeyindeki stratejik Tabaka kenti ve Halep’in kuzeyindeki Münbiç’i ele geçirdi.
Yaklaşık 2 bin askerden oluşan ABD, İngiltere, Fransa ve Norveç güçleri, başta Kobani olmak üzere DEAŞ’tan temizlenen bölgelerde askeri üsler kurdu. ABD ve müttefikleri, Suriye’de petrol, doğalgaz, ziraat ve su kaynaklarının büyük çoğunluğunu kontrol altına alırken Şam rejiminin elinde ise sadece Kamışlı’da 2 kilometrekarelik bir alan ile Şam-Kamışlı hava yolunun açık tutulması kaldı.
Rusya ve rejim güçleri, ABD ile işbirliği halindeki kuvvetlere birkaç kez saldırarak Washington’ın bu bölgeye verdiği değeri ölçtü. Rusya, ABD’nin SDG’ye sağladığı askeri, ekonomik ve enerji desteğinden rahatsızlığını göstermek için ABD tarafından kurulan petrol şirketi yakınlarındaki SDG kuvvetlerine hava saldırısı düzenledi. Şubat ayının başında Rusya’ya bağlı bir grup paralı askerden oluşan Wagner grubu, ülkedeki en büyük petrol rezervlerine baskı kurmak için ABD’nin müttefiklerine yönelik bir saldırı başlattı. Ancak ABD’nin bu saldırıya cevabı sert oldu. ABD savaş uçakları, Wagner güçlerine yönelik bombardıman düzenleyerek 195’i Rusya’ya bağlı paralı askerlerden oluşan yüzlerce savaşçıyı öldürdü.
Saldırı, Washington tarafından Fırat’ın doğusuna dair net bir mesaj gönderirken dönemin ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson da ABD askerlerinin hedeflerine ulaşıncaya kadar Suriye’de kalacağını söyledi. Bu hedefleri şöyle sıraladı: DEAŞ’ın yeniden ortaya çıkmasının engellenmesi, İran nüfuzunun kırılması, İran ile Hizbullah’ın Suriye bağlantısının kesilmesi, Suriye’de siyasi geçiş sürecinin hayata geçirilmesi için Moskova, Şam ve Tahran’a baskı kurulması, mültecilerin evlerine geri dönüşünün sağlanması ve kimyasal silah kullanımının önlenmesi.
Washington benzer bir mesajı Münbiç’e ardı ardına üst düzey askeri yetkililerini göndererek Türkiye’ye de verdi. Münbiç için yapılan görüşmelerde Türkiye ile SDG’yi birbirinden ayıran bir ABD tampon gücünün yanı sıra SDG ile rejim güçlerini de birbirinden ayıran bir Rus askeri merkezinin kurulması üzerinde duruluyor.
ABD kuvvetleri güneyde ise geçen mayıs ayında Uluslararası Koalisyon tarafından Suriye-Ürdün-Irak sınır üçgeninde kurulan Tenef Üssü’ne yaklaşmak isteyen rejim güçlerine birkaç kez bombardıman düzenledi. Rejime ait bir savaş uçağını düşürdü. ABD, Tenef Üssü’nün korunması için 55 kilometre çapında bir daire belirlerken bölgede etkin olan DEAŞ terör örgütüne karşı mücadeleyi sürdürmek için de muhalif grupları destekliyor. Muhalif gruplar, Tenef Üssü’nde ABD, İngiltere ve Norveç güçlerince askeri eğitime tabi tutuldu. Bu bölgede Rusya-İran ekseninin hareketsiz durmayı sürdürmesi beklenirken sınırın Irak tarafı ise İran kontrolündeki Haşdi Şabi örgütü tarafından kontrol ediliyor.
ABD’nin nüfuz bölgeleri
ABD, Suriye’de kontrol altında tuttuğu bölgelere yönelik sadece Münbiç ve Tenef’te Türkiye ve Rusya’ya yaptığı uyarılarla yetinmedi. ABD Başkanı Donald Trump, geçen temmuz ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Almanya’nın Hamburg kentinde bir anlaşma imzaladı. Anlaşma, Dera, Kuneytra ve Suveyde gibi güneydeki ateşkes bölgelerinde Suriyeli olmayan askeri grupların bulunmaması ve Hizbullah gibi İran destekli örgütlerin Ürdün sınırından uzaklaştırılarak Golan Tepeleri’ndeki tampon bölgenin korunmasına yönelikti.
Hamburg anlaşmasından aylar sonra Vietnam’ın Da Nang kentinde düzenlenen Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Forumu (APEC) toplantısında bir araya gelen ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Trump ve Putin adına bir anlaşmaya vardı. Anlaşma, 11 Kasım 2017 günü ilan edildi.
İki taraf arasında Ürdün’ün başkenti Amman’da varılan bir diğer anlaşmayla da Suriye’nin güneyindeki muhalif grupların hafif ve ağır silahları elinde tutması ve savaş ile ticari faaliyet bölgelerinin belirlenmesi karara bağlandı.
ABD’nin anlaşmayla hedefi Suriye’nin güneyindeki yabancı güçlerin varlığının kademeli olarak sonlandırılması ve bölgede sürekli barışın sağlanmasıyken Rusya açısından ise hedef HTŞ ve DEAŞ’a bağlı Halid Bin Velid Ordusu’nun tamamen tasfiye edilmesiydi. İsrail, anlaşmadaki Hizbullah’a yönelik düzenlediği hava saldırılarının sınırlandırılması fikrini reddetmişti.
ABD, CIA tarafından desteklenen 35 bin muhalif savaşçının yer aldığı gruplara askeri ve mali yardımı durdurarak bu grupları DEAŞ ve HTŞ’ye karşı savaşmaya yöneltme fikrini ileri sürerek anlaşmaya uydu.
Doğu Guta operasyonun sona yaklaşmasıyla birlikte rejim güçleri Dera’nın kuzey bölgesine ek kuvvetler gönderdi. Savaş uçakları ise buradaki çeşitli hedeflere bombardımanlar düzenledi. Batılı bir yetkilinin verdiği bilgiye göre ABD bu gelişme sonrasında Ruslara Amman’da yeni bir toplantı düzenleme teklifinde bulundu. Tarafların birbirine yönelttiği suçlamalarda ABD, Rusya’nın bölgeye dair yapılan anlaşmaya uymadığını iddia ederken Rusya ise ABD’nin DEAŞ ve HTŞ ile mücadele etmediğini öne sürdü.
ABD ve Rusya arasında Suriye’nin güneyine dair yapılan yeni müzakereler, bölgenin ticari geçişlere açılması ve devlet kurumlarının yeniden bölgeye dönmesiyle sonuçlanabilir. ABD yönetimi bölgedeki muhalif unsurlara Esed rejimi ve Rusya’nın hava saldırılarını üzerlerine çekmemeleri için provokatif eylemlerden uzak durma nasihatinde bulundu. Bölgeye dair konuşulan bir başka seçenekte ise Fırat’ın doğusunun tamamen güvenceye alınması karşılığında bölgenin rejime terk edilmesi var.
Rejim askeri kazanç sağladı
Esed rejimi Doğu Guta’yı ele geçirerek Suriye’nin toplam yüzölçümünün yarısını ve mevcut nüfusunun yüzde 65’ini kontrolüne almış oldu. (5 milyon mülteci civar ülkelere kaçarken 6 milyon mülteci de ülke içinde yer değiştirmişti) Rejim ayrıca 2014’te Hama ve Palmira’yı, 2016 sonunda da Halep’in doğu semtlerini ele geçirdikten sonra Doğu Guta’yı da kontrol altına alarak büyük kentleri ele geçirdi. Ancak asıl önemli askeri kazancı Akdeniz’de iki Rus deniz üssü kurulması, Rusya’nın Suriye’ye s-400 füze savunma sistemi konuşlandırması ve savaş süresince 200’ü aşkın yeni silahın denenmiş olmasıydı.
Suriye’nin orta kesiminde muhaliflerin kontrolünde kalan tek yer Humus’un kuzey kırsalındaki ufak cep olarak görülüyor. Bu cep her ne kadar Rusya’nın Suriye’deki iki büyük anayolu kontrol altına almaya çalıştığı bir ortamda Rusya’nın garantörlüğünü yaptığı Gerilimin Azaltılması Anlaşması kapsamına girse de akıbeti henüz belirsiz.
Esed rejimi kontörlündeki bölgelerin doğal kaynaklardan yoksun olması ve petrol ve doğalgaz kaynaklarının ABD’nin kontrolündeki doğu bölgelerinde bulunması göz önüne alındığında Esed rejimi, Rusya ve İran’ın Suriye’nin yeniden imarı için gerekli maliyeti karşılama gücü olmaması nedeniyle yeniden imar fikri kafalarda soru işaretleri doğurdu. Rusya, Suriye’nin yeniden imarı için 400 milyar dolara ihtiyaç duyulduğunu belirtirken başka kaynaklar bu maliyeti 220 milyar dolar olarak belirliyor.
Buna karşılık geçen eylül ayında New York’ta düzenlenen toplantıya katılan 18 ülke, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından alınan 2254 sayılı karar çerçevesinde inandırıcı bir siyasi çözüm süreci başlatılmadan Suriye’nin yeniden imarı noktasında herhangi bir adım atmayacaklarını ilan etmişti.
Söz konusu şartlar Suriye’deki “Savaş liderleri” ve ülkedeki kaostan faydalanarak zenginleşen iş adamları arasında Suriye’nin geleceğinde pay sahibi olma mücadelesinin başlamasına neden oldu. Benzer bir Rusya ile İran arasında, Fırat’ın doğusundaki doğal kaynaklar konusunda da görülüyor.
İran ile Şam arasında Palmira’daki fosfat rezervinin işlenmesi için imzalanan anlaşmadan sonra Esed rejiminin fosfat üretimi için Rusya’nın “Stroy Trans Gaz” şirketiyle de anlaşma imzalaması dikkat çekici bir gelişme oldu.
İki taraf arasındaki anlaşma, fosfat üretimi gelirinin 50 yıllığına yarı yarıya paylaşılmasını ön görüyor. Anlaşmaya göre Esed rejimi, jeolojik rezervi 105 milyon ton olarak tahmin edilen fosfat üretiminin yıllık 2,2 milyon tonundan faydalanabilecek.
Edinilen bilgilere göre İran Devrim Muhafızları’na bağlı bir gsm şirketinin Suriye’de çalışması ve İran şirketlerinin Suriye’deki ziraat alanları ile su kaynaklarından pay alması için yapılan anlaşma üzerinde son düzenlemeler yapılıyor.
Mültecilerin sığınağı: İdlib
Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib’te 2,5 ve 3 milyon arasında sivil yaşıyor. Bölgede, 10 bini HTŞ’ye bağlı olmak üzere farklı İslami gruplardan 50 bin savaşçı var. Bunun yanı sıra Doğu Guta’dan tahliye edilen on binlerce savaşçı daha İdlib’e ulaştı. Ankara ise geçen eylül ayında sınırındaki İdlib bölgesinin Gerilimin Azaltılması Anlaşması kapsamına alınması konusunda anlaşmaya varmaya ulaştı. Bu anlaşma kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İdlib çevresinde 12-13 askeri gözlem noktası oluşturdu.
İdlib, 2015 yılında İslamcı muhalif gruplar tarafından oluşturulan Fetih Ordusu koalisyonu tarafından hükümet güçlerinden ele geçirilmişti ancak İdlib’i ele geçiren koalisyon içindeki gruplar kısa sürede çeşitli anlaşmazlıklar yaşayarak kendi içlerinde çatışmaya başladı.
İdlib’in yüzde 60’ını HTŞ kontrol ederken bölgenin kalan kısmı ise HTŞ’ye karşı savaşan diğer İslamcı grupların kontrolünde bulunuyor. Yayınlanan raporlara göre HTŞ, İdlib’teki en güçlü muhalif grup olma özelliğini korurken rejim ve Rusya’nın bölgeye yönelik bombardımanların başlıca bahanesi olarak gösteriliyor. Rusya’nın yoğun hava desteğiyle bölgeye saldıran rejim güçleri son olarak İdlib’in güney ve güneybatısındaki onlarca kasaba ve köy ile stratejik Ebu Zuhur Askeri Havaalanı’nı muhalif gruplardan geri almıştı.
Bölgenin akıbeti Ankara’nın kuzey Suriye’deki nüfuzunu ülkenin kuzeybatısına da yayarak HTŞ’nin bölgedeki etkinliğini kırmasına bağlı görülüyor. Analistlerin yorumu milyonlarca Suriyeli mülteciyi ağırlayan Türkiye’nin muhtemel bir saldırı halinde büyük bir göç dalgasına sahne olacak İdlib’ten gelecek mültecileri ağırlamaya hazır olmadığı yönünde. Ancak Suriye’nin kuzeyindeki muhalif grupları kontrol eden Türkiye, İdlib’teki en güçlü grup konumunda bulunan HTŞ üzerinde benzer bir etki kuramıyor.
Buna karşılık HTŞ’nin eski müttefiklerinden Ahraru’ş Şam ve Nureddin Zengi hareketleri bir araya gelerek Cephe Tahrir Suriye (CTS) adında bir oluşum kurdu. Türkiye tarafından da desteklenen CTS, birkaç hafta önce HTŞ’ye karşı kapsamlı bir saldırı başlatarak başta Ma’arretü’n Numan ve Eriha olmak üzere HTŞ kontrolündeki birçok kasaba ve köyü kontrol altına aldı. Ancak buna rağmen HTŞ’nin Türkiye’nin desteği olmadan askeri bir yenilgiye uğratılması zor görülüyor. Sonuç olarak İdlib’in akıbetinin belirlenmesi şiddetli bir iç savaşa bağlı. AFP muhabirinin verdiği bilgiye göre bu iç savaşın emareleri de mevcut.
Zeytin Dalı Harekâtı ve Türkiye’nin silahı
15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasından sonra Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler aşamalı bir gelişim göstererek eski parlak günlerine geri döndü. Rusya, 2016 sonunda Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı’na yeşil ışık yaktı ve TSK, Suriye’ye girerek Azez – Cerablus hattını DEAŞ terör örgütünden kurtardı. Eş zamanlı olarak rejim güçleri de Halep’in doğu semtlerini muhaliflerden geri aldı.
Türkiye, PYD’nin Fırat Nehri’nin doğu yakasını Afrin ile birleştirme hedefi doğrultusunda Suriye’nin kuzeyindeki 5 bin kilometrelik alanı kontrol altına almayı amaçlıyordu. Fırat Kalkanı Harekatı ile bu alanın 2 bin 100 kilometrekarelik bölümünü kurtarmış oldu.
Bu yılbaşında ise Rusya, Türkiye’nin yeni bir operasyonuna daha yeşil ışık yaktı. TSK ve desteklediği muhalif unsurlar bu kez Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekâtı’nı başlatarak bölgeyi kontrol altına aldı. TSK’nın son hedefi olan Tel Rıfat için ise müzakereler devam ediyor.
Konu, bugün Ankara’da düzenlenen Türkiye-İran-Rusya üçlü zirvesinde de masadaydı. AFP’ye göre birçok analistin düşüncesi Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtı, sınırdan İdlib’in güney kırsalına kadar uzanan bir güvenli bölge oluşturma hedefinin bir parçası olduğu yönünde.
Yaklaşık 3 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtı ile DEAŞ ve PYD’den kurtardığı bölgeleri idari açıdan kendisine bağladığı görülüyor. Bölgede posta teşkilatı, elektrik, su ve internet gibi hizmetleri sağlayan Türkiye muhalif gruplardan oluşturduğu polis teşkilatına da eğitim veriyor. Son olarak Hatay Valiliği ve Suriye Geçici Hükümeti (SGH) Gümrük Bakanlığı arasında Afrin’in Cinderes beldesine bağlı el-Hammam köyünde bir sınır kapısı açılması konusunda anlaşmaya varıldı. Ankara aynı zamanda Afrin’in idaresini de Yerel Meclis aracılığıyla yürütüyor.
Suriye’nin birliği ve ülkenin parçalanması
Dış aktörler arasındaki anlaşmalar ve Suriye topraklarının el değiştirmesine paralel olarak Ankara, Moskova, Şam, Washington ve Tahran’ın resmi söylemleri Suriye’nin birliğinin korunması yönünde. Aynı şekilde, tekrarlanan başka bir söylem var ki o da şu:
“Kararı Suriye halkı verecek. Siyasi süreç Suriyelilerin kontrolünde olmalı.”
Buna rağmen dış aktörler Esed rejimi ve muhalif gruplara kendi anlayışlarını dayatmaya devam ediyor.
Şam yönetimi ülkenin tamamını kurtarana kadar savaşma eğiliminde. Türkiye, ABD’nin Suriye’deki varlığını “Gayrı meşru” olarak tanımlıyor. Şam rejiminin bu tanımına destek veren Moskova da Ankara ve Washington’a Suriye’deki askeri operasyonlarını Şam hükümetiyle koordineli yürütme çağrısı yapıyor. Bu yaklaşım, rejimin önümüzdeki dönemde takınacağı siyasi tavrın esas parçasını oluşturacak.
Rejimin bu tavrı artık kan, silah ve uluslararası anlaşmalarla sınırları çizilen saha gerçekliğiyle uyuşmuyor. Yaklaşık 185 bin kilometrekarelik bir yüz ölçümüne sahip Suriye’nin yarısı rejimin kontrolünde bulunsa da 3’te biri ABD, yüzde 20’si ise Türkiye’nin kontrolünde. Astana sürecinde ilan edilen Gerilimin Azaltılması Anlaşması, 6 aylığına geçici bir anlaşma olsa da sürekli bir hale dönüşme yolunda ilerliyor. Bu durum da İran ve Rusya’nın saha desteği olmadan Esed rejiminin askeri kapasitesini daraltıyor.
BM Suriye Özel Temsilcisi Steffan De Mistura’nın Suriye için yaptığı “Bölünme felaketi” ve Suriye’nin uluslararası güçlerin ameliyat masasındaki hasta adam olarak kaldığı şeklindeki uyarısı bu tabloyla anlam kazanıyor.
De Mistura geçen hafta Cenevre’deki bir araştırma enstitüsünde yaptığı konuşmada, “Suriye’de çeşitli güçlerin nüfuzu doğrultusunda paylaşılan bölünmüşlüğün haritası, orta vadede sadece Suriye için değil bütün bölge için büyük bir felakete yol açabilir. Hiç kimseyi dışlamayacak ve başta Sünni çoğunluk olmak üzere dışlananları yeniden kucaklayacak bir siyasi süreç olmadığı sürece DEAŞ geri dönecektir” ifadelerini kullandı. De Mistura’nın bu söylemi, yukarıdaki tabloyla birlikte düşünüldüğünde Suriye’deki mevcut durumun özeti durumunda.