Laiklik kavramının, Avrupa iç savaşlarından sonraki yüzyılların zorunlu mirası olarak algılanması, bu kavramın kullanım yararlılığını anlamanın önünde bir engel oluşturdu. Bunun delili ise Hıristiyanlık tarihinin bu kavrama eklenmesidir. Zira bu kavram hem “kökten ideolojik” hem de “entelektüel akademik” seviyede ele alınmıştır. Tüm bunlar kavramın, Doğu ve Batı’daki pek çok ülkenin farklı uygulamaları bağlamında ve tanık olduğu gelişmeden uzakta bir okumaya tâbi tutulduğunu gösteriyor.
Bazıları ise “Sezar’ın hakkı Sezar’a Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” yaklaşımını öne çıkarıyor ve bunu da laikliği dinin karşıtı bir konuma sabitleme amacıyla yapıyor. Yani bu kavram dini ortadan kaldırıyormuş fikrini veremeye çalışıyor. Bu durum taassup sahibi radikal akımların argümanlarını güçlendiriyor. Bu nedenle toplumsal eşitsizliği, mezhep çatışmalarını ve etnik farklılıkları kontrol altına almak isteyen yenilikçi devletlere karşı çıkıyorlar. Hâlbuki laiklik olmasaydı belki de katliamlar ve kan dökmeler dünyayı doldurmuş olacaktı.
“Lâiklik” ve “Din” kavramlarını birbirinin alternatifi görme tuzağına düşenlerden biri de seçkin bir düşünür olan Muhammed Abid el-Cabiri’dir. Tezini “Din, Devlet ve Şeriatın Tatbiki” isimli kitabında ele almıştır. George Tarabişi ise kitabı “Referanslar”’da bu tezi ele alıp tartışmış ve Cabiri’nin tezine delilleriyle karşı çıkmıştır. Burada birazını hatırlatabiliriz; “Cabiri “Laiklik”e bir alternatif olarak “demokrasi” kavramını sunuyor ve düşüncesini şu şekilde ifade ediyor: “Benim düşünceme göre, Arap milliyetçi düşünce literatüründen “laiklik” sloganı uzak tutulmalı ve bunun yerine, toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu “demokrasi” ve “akılcılık” kavramları konmalı”…
Arap dünyasında ‘laiklik’ meselesi, birtakım ihtiyaçları kendileriyle örtüşmeyen içeriklerle ifade etmesi anlamında sahte bir sorundur.” Sonra ise Cabiri “siyasal akılcılık” şeklinde ilginç bir kavram ekliyor ve bunu şu şekilde izah ediyor: “Demokrasi, bireylerin ve toplumun haklarını korumaktır; akılcılık ise, siyasette keyfilik ve tutuculuktan değil, akıl ve onun mantıki, ahlaki ölçülerinden hareket etmek demektir.”
Cabiri’nin “siyasal akılcılık” ve işlevi hakkında söylediği şey “laiklik” ile aynı işleve sahip, ancak iki nedenden ötürü bu kavramı kullanmaktan kaçıyor; Birincisi: Toplumları daha rahat ikna etmek istiyor. Zira Laiklik/ Sekülerizm tarafından üretilen değerlerin dinsel (Hristiyanlık) bir miras niteliğine sahip olmasından dolayı kabul görmeyeceğini bildiğinden dolayı kavramı özgürleştirip yerine Müslümanların büyük bir çoğunluğunun benimseyebileceği siyasal akılcılık (Laiklik ile aynı işleve sahip) kavramını ikame etmeye çalışıyor. Laiklik kavramını kullanmayı da gereksiz görüyor ve önceliği akılcılığa veriyor. Zira Arap toplumuna laiklik kavramının girmesinin, Suriyeli ve Lübnanlı Hristiyan Arap ulusalcılığı eliyle gerçekleştiğine inanıyor. Dolayısıyla Hristiyan düşünürlerin yaymaya çalıştığı bir fikre ihtiyacımız olmadığını düşünüyor. İkinci neden: “Dinin devlet işlerinden ayrılması” ifadesinin bir İslam toplumunda kabul edilemez olmasıdır. Çünkü Cabiri’ye göre İslam’da din ile devlet arasında bir çatışma olduğu fikrini ikame etmeye çalışmak anlamsızdır. Burada Cabiri, laiklik kavramını yüzeysel bir şekilde ele alıp sanki bu kavramın en nihai anlamı buymuş gibi algılayıp itiraz eden radikal hareketlerle aynı çizgide buluşmuş olmaktadır. Cabiri, “Dinin devlet işlerinden ayrılması” ifadesinden korkuyor. Zira bu tanım siyasal İslamcıların “Şeriatın devlet bazında tatbiki” argümanını zedelemiş olmakta.
Fakat laiklik kavramını zayıflatmak için Cabiri’nin ortaya koyduğu argümanlar son derece eksik. Zira bu kavram geliştirilmiş ve giderek dinsel Hristiyan mirasından kurtulmuştur. Artık sadece din ve devlet arasında yüzeysel bir “ayrılma”dan bahsedilmemektedir. Bilakis artık Laiklik, sosyal klasikleri (Rousseau’dan Kant’a) aşan ve siyasal felsefe kuramları çerçevesinde gelişen yeni tür bir varlığa sahiptir. Özellikle John Rawls, toplumsal sözleşme ve devletin işlevinin algılanış biçiminde bir deprem etkisi yaratan “insaflı/faydacı adalet” konusundaki araştırmalarıyla bu konuya ciddi katkılar sağlamıştır. Eşitsizliklerin kontrol altına alınması, birey ve devlet arasındaki eşitlik kavramının tanımlanması için siyasi dengeyi (ahlaki boyut esas değildir) bulmaya çalışan en gerçekçi kuramlardan birisidir. Fakat Cabiri, laikliği ortalama insanların algıladığı şekilde ele aldı ve daha sonra bu algıyı insanlardan bağımsız olarak kendi istediği biçimde şekillendirdi.
Kavrama ideolojik kılıf geçirilmesi bazı düşünürleri bile farklı bir mecraya sürüklemiştir. Laikliğin insanlar gibi gelişen, kullanımı geliştirilebilen ve uygulamaları değişebilen canlı bir kavram olduğunu görmezden gelinmiştir. Başlıca tecrübeler, devletin laikleşmesinin kültürel temelleri ortadan kaldırmadığı ve din karşıtlığı oluşturmadığını göstermiştir. Bilakis dinlerin varlıklarını devam ettirmesi ancak laik bir düzende mümkün olabilir.
Bunun iki nedeni var:
Birincisi, laiklik, tüm dinler arasında bir kurallar manzumesi kurar. Dinlerin ve takipçilerinin, yasalar çerçevesinde yaşamaları sağlanır; Hint laikliğinde dinsel, dilsel, etnik ve dinsel çoğulculuk vardır. Laiklik burada Müslümanların korunmasına katkıda bulunmuştur. Zira laiklik olmasaydı Müslümanlar Hindu radikal hareketleri tarafından ezilecekti.
İkincisi: Laiklik ideoloji değildir. Bilakis, yeni bir gerçeklik yaratmayan bir kamu düzenidir. Daha ziyade, dindarlığın daha kibar ve daha rafine hale gelmesi için kitleler arasındaki farklılıkları törpüleyen ve düzene koyan bir yapıya sahiptir.
Sonuçta, bu kavrama karşı yaygara koparma ve duygusal tepkiler verme siyasi realitelerdeki dönüşüm ve değişimler hususundaki cehaleti yansıtmaktadır. Ancak, laiklik olmadan medeni bir devlet kurmak imkânsızdır. Bu, halkların tarihini, siyasal teorileri, ulusların ve devletlerin tecrübeleri okuyan her bir okuyucu için basit bir denklemdir.
Gündüz de artık delil gerektirir hale geldiyse
Zihinlerdeki hiçbir şey doğru değildir artık…