Geçici siyaset gereği zorunlu mantığın salgıladığı realitenin, devlet mantığına dönüşmesi mümkün değildir. Bu, DEAŞ örgütüne karşı yürütülen savaştan çıkarılabilecek en önemli derstir. Haşdi Şabi milis güçlerinin varlığı, Musul’da DEAŞ cepleri daraltıldıktan sonra gerekli görülmüştü. Şii lider Mukteda el Sadr, Haşdi Şabi’nin devletin bünyesine katılması gerektiği yönünde çağrıda bulundu. Devletin eski haline dönüşünü garantilemek için Irak hükümetinin önceden yaptığı bir girişim olduğunu ifade etmesek bile bu, uluslararası güçler, koalisyon ve ABD tarafından yapılması gereken bir çağrıydı.
Devlet zayıfladıkça milisler ve terör örgütleri devletin yerini aldı. Milisler ve terör örgütleri aynı paranın iki yüzünü teşkil ediyor. Birincisi meşruiyetini diğerinin direnişinden alıyor. İlki yani milisler, devlet kurumlarının kırılganlığını ifade eden illegal silahlı bir gölge gibi faaliyet gösteriyor. Diğeri ise devrim projesinin yanı sıra devletin yapısını dağıtmak için karşı bir güç olarak çalışıyor. Terör, yabancı güçleri dini sloganlarla hedef alarak durumları değiştirmeyi amaçlıyor. Kaos durumunu fırsat bilip efsanevi devlet mantığını empoze ederek siyasi rekabete dönüşüyor. El Kaide terör örgütleri ve benzerleri, destek ve eğitim kamplarından yardım alıyorlar. Göç eden birlikler gibi hareket ederek devletin olmadığı kargaşada varlıklarını sürdürüyorlar.
Diğer yandan bugün Şii İslam örgütleri milisleri yeni bir olguya dönüştü: Bölgede bulunan İran’ın kolları, Hizbullah’tan Yemen’deki Husilerin Ensarullah Hareketi’ne kadar, ırkçı projesini inşa etmek için devlet bünyesinden destek alıyor. Aksine anti-terör ve anti-tekfirci bahanesiyle devletin bünyesinden geri kalanlara hücum ediyor. Hasan Nasrullah, teröre karşı uluslararası sempatik slogan tehditleriyle onları bu şekilde vasıflandırıyor. DEAŞ, medya düzeyinde ve dünyanın bütün bölgelerinde uyandırdığı ölüm kurtlarıyla tesis ettiği vahşilikten dolayı terörü, küresel düzlemde büyük bir sorun haline getirdi.
Uluslararası arenada listenin başında yer alan DEAŞ kaosunu engellemede ihmal edilen konulardan birisi de, Hizbullah’ın yeni milis ajandasını uygulamak için devlet mantığını kullanmasıdır. Bir defasında siyasi kimliğinden çıkarak Lübnan’ı korumaya, İsrail’le çatışmaya, Tahran’ın gözetiminde ve doğrudan desteğiyle Suriye halkına karşı Esed rejimini desteklemeye kadar gidiyor. İkincisi, geçen haftalarda Arsal’da şahit olduğumuz durum ve ülkeyi savunmada milisleri meşrulaştırması. Hatta Heyet-i Tahrir-i Şam (HTŞ) ile müzakere ve ateşkes yapıyor. İlk kez iki silahlı örgüt, çatışma ve anlaşma konusunda ve cesetlerin takas edilmesinde birbirleriyle temas kuruyor. Geçmişteki tecrübelerden daha esnek şekliyle devlet, Sünni bir örgüt veya Şii milisleriyle temas kurdu.
Hizbullah’ın Lübnan devleti içine sızması, Yemen’deki Husi Ensarullah milislerinkinden farklı değil. Ancak şu an Yemen’deki gelişmelere göre Husiler, devlet kurumlarını yutarak onları milis mantığına, milis otoritesine ve savaş ya da müzakere gibi siyasi seçeneklerine bağlı hale getirdiler. Bu durum, kurtarılmayan bölgelerde Yemen’in yıkıldığını gösteriyor. Güneyde ise vaziyet, devlet kendi şeklini ve devlet kurumlarını geri kazanmaya doğru gidiyor. Belki de siyasi performanslarının zayıflığına rağmen Lübnan güçlerinin ve siyasetçilerinin direnişi, Hizbullah’ın Lübnan’ı tamamen yutmasını engelledi.
Arsal’daki tehlike göstergesi ise, tüm taraflara karşı tarafsızlık ilkesinden hareket ettiği zannedilen Lübnan ordusunun işbirliği yapmasıdır. Bu gibi davranışı yapmakta herhangi bir özür yok. Çünkü terör örgütlerine karşı tutumu sebebiyle uluslararası toplum tarafından görmezlikten geliniyor. Bu, kısa vadeli stratejik bir vizyondur. Özellikle Lübnan ordusuna yapılan uluslararası yardımlar, ordunun Lübnanlıları savunma rolünün dışına çıktığında olumsuz etkilenebilir. Lübnan ordusu, Sünni, Şii ve Hıristiyan gruplarının tersine geniş ve çeşitli bir yapıya göre teşekkül etmiştir. Bunun için sorunlara yol açacak şekilde herhangi bir tarafa meyletmesi mümkün değildir.
Hizbullah, siyasi bir yapıya dönüşmeyi hedefliyor. Bunu, sadece geri kalan Lübnan toplumu gibi siyaset oyununa ortak olarak değil, aynı zamanda başta körfez ülkeleri olmak üzere Lübnan’ın dostlarını daima rahatsız edecek şekilde amaçlıyor. Lübnan’ın gücünü korumak için Hizbullah’ın siyasi olmayan davranışlarını hala aşmaya çalışıyorlar. Hizbullah, Lübnan’ı aşıp Bahreyn, Yemen ve Suriye’ye kadar bölge devletlerinin istikrarını tehdit edecek şekilde rol oynamaya başlayınca terör listesine alındı. Suriye’de Suriye halkına karşı rejimin yararına savaşa katıldı. Başka bir deyişle Hizbullah, bölgede İran’ın vekili ve kolu haline geldi. Bu da silahını, İsrail düşmanına çevirdiği iddiasıyla el Mukaveme (direniş) sloganı şeklinde attığı sloganların ve kurduğu hayallerin ortaya çıkmasına neden oldu. Asıl gerçek, Hizbullah’ın Lübnan içerisinde büyüyüp devlet içinde devlet projesine dönüştüğünü gösteriyor.
Lübnan ordusunun güneyde yayılıp Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını içeren Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararını uygulamaya çalıştığını hepimiz hatırlıyoruz. Bu da Lübnan siyasi güçleri ve uluslararası toplum sayesinde olmuştu. Ancak bunlardan birisi gerçekleşmedi. Aksine Hizbullah’ın kamplaşması daha da büyüyerek savaşçılarını küçük gruplar halinde Suriye’ye savaşmaya götürdü. Lübnan’da Sünnileri gölgesiyle kapladı. Ülkedeki göreceli barış durumunu korkunç bir endişeye dönüştürdü. Komşularını ve bölgeyi yeni siyasi sonuçlarla meşgul ederek “devlet mantığını”, devletin kendisini ve egemenliğini tehdit etmeye başladı. Şu anki sloganın evin içini onarmayı düşünmek olmalı. Bu, bugün Lübnan’ın siyasetçilerin eğlence tecrübesi tarzında değil de, hacmini kimsenin bilmediği kaosa hazırlanan kamplaşma durumundan Lübnan’ı kurtarmak için yapması gereken bir şeydir.