Yakın zamanlarda şiddet hakkında konuşan bir Arap entelektüeli dikkatimi çekti. Konuşması boyunca Müslümanları aşırılıkçı düşüncelerle alakalı sorumluluktan aklamaya çalışıyor, onların zincirlerini kırıp yüklerinden hafifletiyordu. Üslubu, dinleyicileri coşturacak kadim halkçı tarzda. Onlara, şiddetin sömürgeci emparyalist güçler tarafından tasarlanan bir şey olduğunu söylüyor ve sorumluluğu büyük güçlere atıyor. Şiddet ve terörü, modern tarihi ile Amerikalıların Afgan savaşçılara destek olmasından sonra Amerikan istihbaratının el-Kaide’yi kurması hikâyesine dayandırıyor.
Onlara göre DEAŞ, Amerika’nın İslam’ı bozmak için ortaya çıkardığı ve bölgesel ülkelerin Arap Baharı ateşini söndürmek için desteklediği bir örgüt. Tüm bu deli saçmaları, Robert Dreyfuss’un ‘Şeytanın Oyunu – Radikal İslam’ın Doğuşunda ABD’nin Rolü’ adlı yaklaşık bin sayfalık kitabında da geçiyor. Bu kitap, İslam toplumlarında büyük ilgiyle karşılandı ve komplo teorileri, bazı Arap aydınları tarafından benimsendi. Bu kitap ayrıcalıklı bir fantezidir.
Şiddet düşüncesi konusunda sorumluluktan kurtaracak, omuzlardan aşırılıkçılığı destekleme ve eğitim yoluyla terörizmin yollarını canlandırma yükünü atacak gerekçeler sunmak, kolay bir yoldur. Ancak tüm bunlar, gerçekle yüzleşmek konusunda taşınan korkunun bir ifadesidir. Bu demek oluyor ki birçokları, şiddeti ilk asırdan beri tarihin bir parçası olarak okumuyor. Fikirsel planda istenen düzeyde bununla başa çıkılabilmiş değil. Şiddet, yeni bir olgu değildir. Aksine toplumların tarihinin bir parçasıdır. Bu durumu, Filozof Rene Girard’ın ‘Şiddet ve Kutsal’; Hamud Hamud’un ‘Kutsala Dair Bir Araştırma’; Olivier Roy’un ‘Kutsal Cehalet’ ya da Japonya’nın Kyoto şehrindeki Ritsumeikan Üniversitesi’nde Felsefe Profesörü olan Paul Dumouchel’in ‘Beyhude Fedakârlık: Siyasi Şiddet Hakkında Bir Araştırma’ adlı kitabında da okuyabiliriz. Tüm bunlar, Hristiyanlık, İslâmiyet ve diğer mezhepler, yönelimler, etnik ve ulusal çekişmelerdeki radikal eğilimler tarafından uygulanan şiddete ilişkin toplumların tarihinde yer alan ortak temaya dair bir araştırmadan hareket etmektedir.
Şiddetin üstesinden gelmede yapılan en büyük hata, insanlığın şiddet ve cinayet tarihine başvurmadan bunu yeni bir olgu olarak kabul etmede yatmaktadır. Gelin fitnelerin ve halife sorununun tarihini, kabilenin rollerini, intikam ve suikast mekanizmalarını, işkence ve kan dökme edebiyatını okumak için klasik kitaplara başvuralım: Ebi’l-Arab et-Temimi’ye ait ‘Mihneler (Belalar)’ kitabı mesela. Ya da Abud el-Şalci’nin yedi bölümlük ‘İşkence Ansiklopedisi’ adlı kitabı. Bunların hepsi, şiddet kültürünün insanlık tarihine nüfuz etme düzeyini gösterir. Fark şu ki büyük siyasi, felsefi, kanuni tecrübeleri ile başka yollara girmek için bu kanlı tarihi atlatan toplumlarda bu süreç, okunan ve anlatılan hikâyelerden ibaret olmuştur.
Okuyucu, başka değişik komplocuların orijinal planlarını anlatan onlarca konferans ve seminer hatırlıyor olabilir. Ancak bu uygulama, herhangi bir çözüm getirmeden sorunu daha da büyütür ya da bilişsel cesareti, duyuşsal aklamanın üzerine çıkaran bir çözümlemeye yaklaştırır. Bence tüm bunlar, tarih bilgisizliğinden, yaşayan kültürün kurulmasında şiddetin rolünün bilinmemesinden, fıkhî konuların sınıflandırılmasından ve sosyal sistemlerin çoğunun kökleştirilmesinden kaynaklanıyor. Şiddetin referansı her zaman dini olmayıp kabileci, siyasi ve kişisel amaçlarla iç içe geçmiştir. Bu noktada Paris Üniversitesi Sosyal Bilimlerde Yüksek Araştırmalar hocası olan Hamid Bozarslan’ın önemli bir kitabına işaret etmek istiyorum: Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonundan el-Kaide’ye Kadar Ortadoğu’da Şiddetin Tarihine Dair Bir Okuma’. Bu kitap, siyasi yönelimleri, devrimci eğilimleri, sol akımı ve tüm biçimleri ile İslami şiddet örgütleri ile olan kesişmesini göz önünde bulundurmaktadır. Bu tür metodolojik kitaplar aydını, komplo teorileri takıntısından, kişisel bunamadan ve anlayış kıtlığından uzaklaştırır.
John Locke gibi büyük bir filozof, toplumları siyasi teoriler nedeniyle saplandığı şiddetten kurtaracak yolun çizimine katkı sağladı. 17.yy’ın sonlarında kaleme aldığı meşhur ‘Hoşgörü Üzerine Bir Mektup’ adlı kitabında şiddet hakkında şunları söylüyor: “Din adamlarını şiddetten, yağmadan ve zulmün her biçiminden uzaklaştırmak yeterli değil. Peygamberlerin halifesi ve eğitimin sorumlusu olduğunu iddia eden bir kişi aynı zamanda dinleyicilerine insanlara karşı barış ve iyi niyetle yaklaşmaları gerektiğini hatırlatmak, yoldan çıkmışları imanın doğru yoluna sokmak ve iman ve ibadette ona karşı çıkanları ikna etmekle yükümlüdür. Daha sonra insanları ister asker olsunlar ister yönetici sevgiye, hoşgörüye ve nezakete teşvik etmeli ve milletine karşı kıskançlığın ve diğerlerine olan kötü bakışın ateşlediği nefreti yumuşatmaya çalışmalıdır.”