Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Filistin, Oslo ve asılsız vaatlerin ‘gümüş jübilesi’ | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Dün, tüm dünya tarafından memnuniyetle karşılanmış olan bir olayın gümüş jübilesinin yıldönümü idi.

Bu, barış hedeflerini gerçekleştirmeye çalışarak uluslararası diplomasiyi cesaretlendirmede kayda değer bir işaretiydi aslında.

Neden bahsettiğimi soruyorsanız, endişeye mahal yok.

İnsanların çok azı, bu olayı hatırlıyor.

Birçok insan ise hatırlamıyormuş gibi yapıyor.

Oslo Barış Görüşmeleri olarak adlandırılan ve İsrail ile merhum lider Yaser Arafat öncülüğündeki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında o dönemde Norveç’in başkentinde gizli olarak yürütülen müzakerelerden bahsediyoruz.

O dönemde bu görüşme, Ortadoğu’nun yakasına yapışan ve pek çok sorun doğurarak on yıllar boyunca şiddet olayları ve savaşlara yol açan Filistin meselesi için en iyi çözüm olarak sunuldu ve yarattığı etki oldukça derin oldu.

O kadar ki üzerinden haftalar geçtikten sonra ilk saflarda görüşmelerin ‘sorumluluğunu yüklenen’ şu üç siyasi lidere Nobel Barış Ödülü layık görüldü: İki İsrailli lider İzak Rabin ve Şimon Peres ile FKÖ Lideri Yaser Arafat.

Başından beri bu görüşmenin iç yüzü, kısmen gizli veya farklı olsa da, söz konusu diplomatik diyalogun sınırlarının ötesindeydi.

Filistin tarafı ve onun Batı’daki destekçileri, basın çevrelerinde benimsenen kısa adlandırmasıyla Oslo’nun bağımsız Filistin devleti kurma yolunda atılan ilk adım olduğunu iddia etti. Hâlbuki Rabin’in tekrarlayıp durduğu bu değildi. O, yöneticisine boyun eğen Filistinli vatandaşların hayatını bağımsız bir şekilde idare edecek olan ve ulus devletin en düşük seviyesine işaret eden bir Filistinli oluşumdan bahsediyordu. Ama Filistin tarafı bunu görmezden gelmeyi tercih etti.

Siyasi görüşünü ciddiyet ve mantıkla keskinleştiren Şimon Peres, Yaser Arafat’ın desteğiyle barış, gelişmişlik ve refah dolu ‘yeni Ortadoğu’nun yaratılabileceğine kanaat getirdi. Bu, Theodor Herzl’in ‘Yeni Kadim Devlet’ adlı tezinden oldukça sapılmış yeni bir versiyon: Komşu iki devletli çözümü hiç ağzına bile almıyor; Filistin Devleti düşüncesini tamamen uzak bir ihtimal olarak görüp onun yerine Ürdün-Filistin Devleti düşüncesini servis etmeye girişiyor. Bu düşünce, o dönemde Amerikalı ve Mısırlılara pazarlanmaya çalışıldı ancak kayda değer bir başarı elde edilmedi.

Madalyonun diğer yüzünde de apaçık bir aldatmaca vardı.

1988 yılının başlarında yapılan bir basın toplantısında Yaser Arafat, İsrail’i bir devlet olarak tanıyacağının sözünü vermişti. Onca şeye ve Oslo görüşmelerinin bitmesine rağmen bu vaadi somut bir siyasi gerçekliğe dönüştürmek için kayda değer bir adım atmadı. Filistin yönetim başkanı olduktan sonra yeni görevini kutlamak üzere gelenlere göre Arafat, ‘nehirden denize’ kadar uzanan Filistin Devleti’ne ilişkin kadim nağmeleri mırıldanmaya yeniden başlamıştı.

Arafat, Oslo’ya ilişkin düşüncesini net bir şekilde açıkladı. Nitekim onun değerlendirmesine göre bu etkinlik, İsrail’in ortadan kaldırılmasını hedef edinen uzun soluklu bir sürecin geçiş aşaması idi. Kendisine yönelik baskılar arttıkça BM Güvenlik Konseyi’nin 242 no’lu kararını kabul etmek zorunda kaldığını ileri sürdü. BM’nin çıkarmış olduğu bu karar, bölgesel çekişmelerin hale yola koyulması ve barışın gerçekleşmesi amacıyla İsrail ve komşu Arap ülkeleri arasında barış görüşmeleri düzenlenmesini öneriyordu.

Oslo görüşmeleri ortaya çıktığında bazıları bunun arkasındaki gizli sebepleri sorguladı. Sebep olarak akla ilk önce bunun ‘Yaser Arafat’ın yüz suyunu korumak ve onu değer ve önem kaybından korumak için tasarlanmış bir süreç’ olduğu geliyordu.

Arafat, Arap-İslam ülkeleri gözünde büyük bir güven kaybına uğramıştı. Zira önce 1979 devrimlerinde garip bir şekilde Tahran mollalarına eğilim göstermiş daha sonra Kuveyt’in Saddam Hüseyin’in askerleri eliyle işgal edilmesini desteklemişti.

Saddam Hüseyin tarafından akıtılan para kaynaklarının 1991 yılından itibaren Bağdat’a uygulanan uluslararası yaptırımlardan ötürü kurumasıyla ciddi mali sıkıntılarla boğuştu. Diplomatik destek ve mali kaynak yokluğunda Arafat, Tunus’ta inzivaya çekilmiş etkisiz ve zayıf bir siluetten daha fazlası değildi.

Kaygan adımları onu, 1991 yılındaki Madris Barış Konferansı ile siyasi olarak hızla dibe çekti. Bu konferansta gerçek Filistinliler yani kendilerini temsil eden alternatif bir yönetimle Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde yaşayanlar, çok geçmeden dünyanın farklı noktalarından övgü ve saygı topladılar.

Yaser Arafat, uluslararası düzlemde şiddete olan meyli ile tanınıyordu. Nitekim Lübnan’daki iç savaşın kıvrımlarına sızma girişimi şöyle dursun; 12’den fazla ülkede estirdiği sayısız terör fırtınalarından bahsetmiyoruz bile. Buna karşılık Filistinli heyet ise hoşgörü ve aklı başında harekete ne kadar değer verdiğini Madrid Barış Konferansı’nda gayet iyi ortaya koydu. Nitekim Haydar Abduşşafi, Hanan Aşravi ve Faysal el-Hüseyni’den her biri, içeride kalan ve barışı samimi olarak isteyen insanlardı. Zira acı ve meşakkatle boğuşmanın ne demek olduğunu bizzat kişisel hayatlarında tecrübe eden onlardı.

Oslo görüşmelerinin açıklanmayan hedeflerinden biri de Madrid’de boy gösteren yeni figürleri değersizleştirmek ve Arafat’ın şahsını, Filistin meselesini ön plana almak üzere tekrar olayların vitrinine yerleştirmekti.

Bu sürecin sözü edilmeyen sebeplerinden bir diğeri, İsrail yönetimin Suriye ile barış potansiyelini değerlendirmede ‘kısmen’ başarısız oluşudur. Hem de ABD’nin Saddam Hüseyin ve kuvvetlerini Kuveyt’ten tamamen çıkarıp tüm işleri yürütecek şekilde hâkim varlığını hissedilir kıldığı bir zamanda.

O sırada bazılarımız, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esed’in barış vaatlerine ilişkin İsrail’e gönderdiği gizli mesajların sesine kulak kesilmişti.

Üstelik bu barış sadece Suriye ile olmayacak; o dönemde işgalinin ağırlığı altında ezilen Lübnan’ı da kapsayacaktı. İshak Rabin’in Suriye’nin düşüncelerini çok az önemsediğine dair göstergeler var. Bununla birlikte İsrail yönetimi içerisinde bazılarının taviz vermeye meyilli olduğu görülüyor. Her ne kadar işgal altındaki Golan Tepeleri’nin küçük bir kısmını bile gözden çıkarmak ciddi tehlikeler barındıran bir iş olsa da. Hem de Arafat’a zamanla kaçmanın imkânsız olduğu bir hapishaneye dönüştürmesi için Batı Şeria’ya ayak basma izni verildiği sırada.

Oslo’ya giden yola girerken İsrail yönetimi, İbrani Devleti’nin kurucu babası olan David Ben Gurion’un tecrübelerinden devşirilen en önemli yönergelerden birini gözden kaçırdı. Şöyle ki Gurion, Filistin meselesinin çözümü için Arap komşularla barış yapılarak işe başlanması gerektiğini vurguluyordu. Zira Gurion’un da dediği gibi böyle bir barış olmazsa herhangi bir Arap ülkesi, kendi amaçlarına ulaşmak için Filistinlileri koz olarak kullanabilir.

Oslo süreci yalnızca Filistin Devleti’nin kurulmasını öngörmüyordu. Bunun bu şekilde ilan edilmesi belirsiz bir süreye ertelenmişti. İşin doğrusu bu süreç, bölgede Filistin tarafının saflarında yer alan mal ve silah sahiplerini rahatlatan yeni bir durum ortaya çıkardı. O esnada İsrailli taraf da gerçek anlamda istikrarsız bir durum için sadece düşünmek ve uzak geleceği hayal etmekten vazgeçmişti.

Gülünç olan, iki devletli çözümün tekrara düşen değersiz bir fikre dönüşmüş olmasıdır. Özellikle de Tony Blair’in ‘dünyanın en zor sorunu’ olarak tarif ettiği şeyin nasıl üstesinden gelineceğine dair düşüncelerini tüketen biri için. Oslo’dan bu yana Rabin hariç tüm İsrailli Başbakanlar yani Şimon Peres, Ehud Barak, Ariel Şaron, Ehud Olmert ve Binyamin Netanyahu, ‘iki devlet’ formülünü desteklediler.

Buna karşılık Filistin resmi temsilciliği aynı konuda oldukça belirsiz bir tutum sergiledi. Hamas Hareketi’ne gelince onun da bu düşünceye yönelik tavrı düşmanca oldu. Filistin resmi yönetimi, İsrail’e karşı siyasi stratejisinin gerçek temeli olarak ‘iki devlet’ formülünü benimsemeye yalnızca bir kez yaklaştı. O da Selam Feyyaz’ın başkanlık koltuğuna oturduğu zaman.

Oslo sürecinin ölü doğduğuna kimse inanmasa da şimdi şunu netleştirmek lazım gelir ki o adım, süreç veya anlaşma; adı her ne ise, ölmeden önce can çekişiyor.

Çeyrek asır geçtikten sonra elimizde süregelen bir durum var. Arzu edilen halden uzak olsa da oldukça dikkate değer bir istikrar ve kısmen ABD’nin hazırladığı yeni bir anlaşmanın umut ışığını taşıyor.

Her iki durumda da ve her yerde yaygınlaşan algıların tamamen aksine olarak zayıf, bitkin ve kendi arasında oraya buraya savrulmuş Filistin halkı, son kararın yükünü omuzlarında taşıyan varlıktır.