Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Hangi sağ ve hangi sol? Tanımlama çabası! | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Hayatımda öğrendiğim en ilginç politik çelişkilerden biri de, ABD ve Komünizm arasındaki ‘tuhaf’ ilişkidir.

Kapitalizmin bayraktarlığını yapan ve Komünizme karşı mücadele eden bu süper güç, Sovyetler Birliği’ni inşa eden Bolşevik Devrimi’nin çıkış serüvenini en iyi araştıran yazarlardan biri ve Komünist bir örgütün üyesi olan John Reed’e giriş vizesi vermemişti.

Tabii ki, Harvard Üniversitesi mezunu solcu Amerikalı bir gazetecinin, 1917 Ekim Devrimi hakkında “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabını yazması tam bir çelişki ama bu bir gerçek…

2 yıl önce Cumhuriyetçi Parti’nin, sağcı bir milyarder olan Donald Trump’ı aday göstermesi de diğer bir çelişki…

Bu defa Trump’ın popülist politik söylemi, Kapitalist düşüncenin temellerini sarsacak noktaya varmıştı.

Trump seçim kampanyası boyunca serbest rekabet ve malların, hizmetlerin ve yatırımların serbest dolaşımı ilkeleriyle tamamen çelişen “korumacı” sloganları öne çıkardı.

Trump, vasıfsız işçilerin taleplerini kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda mekanizasyon, siber teknoloji ve robotik eğilime de karşı çıktı.

Bununla da yetinmedi, ABD’de yok olmanın eşiğine gelen maden-madencilik endüstrilerine geri dönüş konusunu gündeme getirdi.

Laf arası hatırlatayım alternatif enerji kaynaklarına yönelen çoğu Batılı ülke aynı problemi yaşıyor.

Evet. Trump’ın Amerika’da 2016 yılındaki sloganları,- en azından görünüşte- Avrupa Sosyalist Solu’nun yıllar önceki sloganlarına çok benziyordu. Trump, Kasım 2016 başkanlık seçimlerini, Demokratların güçlü olduğu Pennsylvania, Michigan ve Wisconsin gibi sanayileşmiş üç eyaletten kazandığı yaklaşık 77 bin oy sayesinde çoğunluğu elde etti ve seçimleri kazandı. Bu oylar, üç eyalette öne geçmesi ve kazanması için yeterliydi.

ABD’de yaşanan bu durum tamamen Amerika’ya özgü değil, bilakis Avrupa’da da aynı şeyleri gördük ve görmeye de devam ediyoruz. Kapitalist Liberalizm kavramlarına dayanan “küreselleşme” dalgası, içe kapanma tepkisiyle karşı karşıyadır. Artık mesele açıktan açığa ırkçılık yapma noktasına ulaşmıştır.

Dahası, “küreselleşmeden” kaynaklanan açılım ve hareket özgürlüğüne tepki verenler artık geleneksel ulusalcı, ırkçı, sağcı güçlerle sınırlı değildir. Bilakis bazı solcu ve radikal sol gruplar da bu akıma katılmışlardır. Madencilik, el sanatları ve tekstil endüstrileri gibi geleneksel sanayileri neredeyse ortadan kaldıran teknolojik gelişmelerden etkilenen “kaşarlanmış” sendikal hareketlerin kalıntıları dahi bu akıma katılmış durumdalar.

Fransa’daki dönüşümün başlangıcının, Sosyalist Cumhurbaşkanı François Mitterrand döneminde Komünistlerin etkisinin azalmasından ve Fransa’nın bazı bölgelerinde Müslüman azınlıkların ve göçmenlerin sayısındaki artıştan kaynaklandığını biliyoruz.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Avrupa ailesinin bir parçası haline gelen eski Komünist Doğu Avrupa’dan ucuz işgücü akışı hızlanmıştı.

Bu değişiklikler bağlamında, Fransız vasıfsız işçilerin önemli bir kısmı eski sınıfsal statülerine yöneldiler. “İş güvenliği” kaybından kaynaklanan acıyla, geleneksel veya klasik sol bloktan, göçmen karşıtı politikaları dillendiren aşısı sağcı bloğa doğru kaymaya başladılar.

Fransa’da yaşananlar, özellikle kimlik krizlerinden muzdarip olan, ayrılıkçı ve yarı ayrılıkçı hareketleri bünyesinde barındıran İngiltere, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde ve büyük göçmen topluluklarını ülkesine kabul eden Almanya gibi diğer bazı Avrupa ülkelerinde de gerçekleşmiştir.

Nitekim Almanya, “Berlin Duvarı” nın çöküşünden ve Alman birliğinin sağlanmasından bu yana bedeller ödedi; radikal solcu ve sağcı kültürlere sahip eski Sosyalist “Doğu Almanya”, bu mizaçtan oldukça uzak, daha uyumlu “Batı Almanya” ile bir araya gelmiş oldu.

Aşırı sağcı bloğun gücü, “göç tehlikesi” ve Müslümanların kimliği bahanesiyle daha da büyüyor.

İngiltere’de ise, “Avrupa” fikrine sadakatin kırılganlığı, Avrupa’ya göç ve bunların istihdamı meselesi ile daha da artmıştır; dolayısıyla oy haklarını Avrupa Birliği’nden ayrılma yani “Brexit” yönünde kullandılar.

Burada tam olarak çarpıcı olan şey, ABD ve Fransa’daki sağ ve sol kanatlar arasındaki “ayrılık çizgileri” nin çöküşü gibi, İngiliz sol radikal işçi sınıfının temsilcilerinin ayrılıkçı ve ırkçı sağ kesimin temsilcileri ile aynı yönde oy kullanmalarıdır. İşçi Partisi lideri Jeremy Corbin tarafından temsil edilen geleneksel sol kanadın liderliği, AB’den ayrılma konusunda ikinci bir referandum yapmayı ısrarla reddetmesi ilginçtir. Ancak belki de en ilginç olay, İtalya Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini’nin sol kanadı tamamen terk edip, göçmen ve yabancı düşmanlığı yapan, Avrupa’nın en sağcı kanadına liderlik yapmaya başlamasıdır.

Günümüzde neler olup bittiğini -en azından Batı demokrasilerinde– nasıl okumalıyız? Bizler sağ bloğun karşısında her zaman bir sol blok görürdük. Zenginlik ve büyümeyi temsil eden bir kesimin karşısında mahrumiyeti ve geri kalmışlığı yüksek sesle dillendiren bir kesim olurdu.

Değerli bir yakınımdan dün, bazı ilginç veriler içeren bir CD aldım. Bu konu bağlamında sizlere sunmak isterim.

BM raporları da dahil olmak üzere uluslararası raporlardan elde edilmiş rakamları gösteriyor. CD’deki verilere göre 200 yıl önce, zengin ülkeler fakir ülkelerden sadece 3 kat daha zengindi. Ancak bu oran 1960’da 35 katına ve bugün 80 katına çıkmış durumda.

Bu durumdan dolayı, zengin ülkeler bu farkı “telafi etmeye” çalışıyorlar. Yoksul ülkelere yılda yaklaşık 130 milyar dolarlık bir yardımda bulunuyorlar. Ancak bu rakam, her yıl yoksul ülkelerle yaptıkları ticari faaliyetlerden elde ettikleri 900 milyar dolarlık gelirle kıyas dahi edilemez.

Daha da çarpıcı olanı, fakir ülkeler borçlarını kapatmak için yılda 600 milyar dolar hizmet bedeli! ödüyorlar. CD’deki bilgilere göre her yıl fakir ülkelerden zengin ülkelere toplamda 1trilyon dolar akıyor.

İnsani düzeyde ise, dünya nüfusunun sadece yüzde 2’si, şimdiki servetin yarısından fazlasına sahip!

Nüfusun sadece yüzde 1’inde yüzde 43’lük bir servet var. Toplam servetin yüzde 80’i ise yüzde 6’nın elinde bulunuyor.

Belki de en ilginç veri, dünyadaki en zengin 300 insanın servetinin, 3 milyar insanın servetine eşit olmasıydı!

Çin, Hindistan, ABD ve Brezilya’nın toplam nüfusu 3 milyar!

Bu istatistikler, birçok hipotezi geçersiz kılmakta.

Dolayısıyla daha çok ilke, ideal ve kaygıların dile getirilmesi gerektiğine inanıyorum.