Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Hizbullah Genel Sekreteri’nin öfkesi ve Hariri | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Hizbullah Genel Sekreteri, bu ayın 10 ve 11. günü yaptığı konuşmada Lübnan’daki istisnasız bütün siyasi partilere ve dini liderlere karşı öfkesini ve nefretini ortaya koyarak onları küçümsedi. Yakın zamanlı bir konuşmasına gönderme yapmayı da ihmal etmedi. Zira söz konusu konuşmasında insanları iki gruba ayırmıştı: Şehitler ve boyun eğenler. Neredeyse tüm taraflara yönelik bu apaçık öfkenin görünen sebebi, (Kendince Başbakan Saad Hariri’ye destek oluyor) Hariri’nin yaklaşık altı ay boyunca kurmaya çalıştığı hükümette Sünni müttefiklerinden birinin bakan olarak tayin edilmesi talebinin karşılanmamasıydı. Genel Sekreter’in mantığı şuydu: Canbolat’ın engellemeleri hükümetin kurulmasını dört ay geciktirebiliyorsa, Caca’nın engellemeleri hükümetin kurulmasını beş ay geciktirdiyse, hükümetin kurulmasının (onun engellemesi nedeniyle) bir yıl veya bin yıl gecikmesinin ne mahsuru olabilir!

Niçin böyle düşünüyor? Güya müttefiklerine vefalı davranıyor! Benim ve birçok gözlemcinin bakış açısına göre tüm şartları ve standartları karşılanmadığı sürece (müttefiklerinden birinin bakan yapılması bu şartlardan biri değildir!) Nasrallah, Lübnan’da bir hükümetin kurulmasını istemiyor. Bu şartlardan en önemlisi İran’a ve Parti’ye (Nasrallah’ın oğlu 13 Kasım salı günü arananlar listesine eklendi) ABD’nin yaptırımlarını uygulamamaktır. Lübnan’ın bu şartı yerine getirmesi gerçekten mümkün değildir. Lübnan bankacılık sektörü, yaptırımların yürürlüğe konacağını açıkladı. Beyrut’taki Refik Hariri Havalimanı’nda İran uçaklarına yakıt ikmalinin yapılmayacağı ilan edildi. Şayet söylenilenler doğruysa kurulacak hükümette sağlık bakanı Parti’den olacak. Bu da ABD’nin hizmet bakanlıklarına ve orduya yapacağı yardımların kesintiye uğraması veya tamamen durdurulması riskini beraberinde getirecektir. Zira ABD’li yetkililer birçok defa buna dair tehditlerde bulunmuştu.

Parti’nin Genel Sekreteri’nin bu tehditlerinden tüm yetkililer ciddi anlamda rahatsız oldu. Ancak buna karşılık vermekten çekindiler. Çünkü cevap vermeleri durumunda hükümetin kurulamayacağını ve bundan dolayı da ekonomik çöküşün olabileceğini, kaos çıkabileceğini, Taif Anlaşması’nın bozulabileceğini öne sürdüler. Fakat Avn taraftarı bir milletvekilinin korkusu daha farklıydı:
“Aslanın kükremesi buysa, saldırıya geçerse halimiz yaman demektir!”

Başbakan adayı Saad Hariri, 13 Kasım’da sessizliğini bozdu ve bir basın toplantısı düzenledi. Hariri toplantıda yaptığı konuşmada “Her ne kadar Müstakbel Hareketi’nin Sünniliği aşan bir kuşatıcılığı olsa da ben Sünni kesimin babasıyım” dedi. Diğer tarafların destekledikleri Sünni bir milletvekilin bakan olma meselesi gündeme geldiğinde (8 Mart Hareketi) Hariri ilk andan itibaren bunu kategorik olarak reddetti. Çünkü onlar bir blok değildi. Zira bunu ortaya atan Emel bloğu, Hizbullah bloğu ve Franciye bloğu zaten hükümette temsil ediliyor. Onların yeniden temsil edilmesine gerek yok. Parti ve Emel Hareketi, Şii bloğu oluşturuyor. Artık diğer bloklardan ve mezheplerden birinin temsiliyetini dayatma hakkına sahip değiller. Bu defa da bakan yapılacak kişinin kendilerinden olmadığını öne sürerek yeni bir gerekçe üretmek istediler. Hatta bunun da kendince bir bloğa sahip olduğunu iddia ederek önceden Mikati’ye bu türden bir teklif götürdüklerini hatırlattılar. Bütün bu gelişmeler yaşanırken Başbakan Hariri, Parti Genel Sekreteri’nin kendisine yönelttiği ‘fitne çıkarma, mezhep merkezli hareket etme’ türünden ithamlarına cevap verdi. Sürekli bir şeylerden feragat etmekten yorulduğunu, şefkatli anne rolünü tek başına oynamaktan bıktığını ve ne hikmetse başkalarının bu rolü hiç oynamak istemediğini ifade etti. Hükümetin kurulmasının aksamasının bölgesel boyutlarının olup olmadığı sorulduğunda ise bunu reddetti. Daha önceki her düğümde ve engellemede belirli bir yerel sebebin olduğunu belirtti. Elbette herkesin niyetlerini bilemeyeceğini, görünüşte bütün engellemelerin yerel olduğunu, bu yerel talebin de Parti’ye yakın Sünni bir milletvekilinin bakan tayin edilmesi olduğu açıkladı.

Hariri daha önce seçim yasasını onaylamıştı ve kaybedeceğini de biliyordu. Gerçekten de birkaç milletvekilini kaybetti. Hariri iki kez fatura ödemek istemiyor. Anayasa, cumhurbaşkanının hükümetin kurulmasında başbakanla işbirliği yapması gerektiğini ve üçüncü bir tarafın da buna katılma hakkının bulunmadığını hükme bağlıyor.

Başbakan Hariri basın toplantısında yaptığı açıklamada birinci döneminde hükümetin kurulmasında temel alınan anayasal anlaşmalara sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam edeceğini yineledi. Bu bağlamda Parti’nin Genel Sekreteri’nin (Nasrallah) sadece kendi yetkilerini değil, Cumhurbaşkanı’nın da yetkilerini çiğnemeye çalıştığını açıkça ifade etti.

Parti’nin Genel Sekreteri’nin ve Başbakan’ın yaptığı basın toplantısı ve buralarda yapılan konuşmalardan sonra -ki hükümetin kurulabilme ihtimali daha da zayıflamış gözüküyor- şimdi Lübnan’daki durumu nasıl okumalıyız?

Sünni toplum, bir moral üstünlüğü yakalamış oldu. Çünkü liderlerinin kendilerinin çıkarlarını koruduğunu, Hizbullah’ın meşru olmayan taleplerini reddettiğini gördüler. Fakat Lübnanlıların geri kalanı, yetki sahibi bir hükümetin yokluğunda oluşabilecek ekonomik ve finansal sıkıntılardan dolayı daha da kötümser bir hale geldi. Hatta Avn taraftarlarının bazıları bu anlaşmazlığın yararlılığını sorgulamaya başladı ki bu durum gerçekten de ülkeye büyük zarar veriyor. Bir milletvekilinin bakan olup olmaması gibi basit bir mesele yüzünden hükümetin kurulması engellenmemeli noktasına gelmişler gibi gözüküyorlar. Avn taraftarı bir milletvekilinin şu söylemi de buna delalet ediyor:
“Denizi içebilen biri neden bir bardak su içerken boğulsun ki?”

Başbakan Hariri’nin iki yıldan bu yana izlediği uzlaşmacı tavır, Parti’ye ve Cumhurbaşkanı’na büyük avantajlar kazandırdı. Cumhurbaşkanı, Başbakan Hariri’nin inisiyatif almasıyla seçilmesinin ardından Parti ve Cumhurbaşkanı’nın çoğunluk olarak temsil edildiği bir hükümet kuruldu. Daha sonra Hariri’nin10’dan fazla milletvekili kaybetmesine yol açan seçim yasası kabul edildi. Parti Genel Sekreteri ve Cumhurbaşkanı’nın baskısı nedeniyle “Cerud Arsal” savaşında büyük bir fırsat kaçtı. Zira resmi ordu, Lübnan’ı terörizme karşı savunmada etkin bir güç haline getirilebilirdi. Bu arada, Parti’nin Lübnan’ın koruyucusu olduğu iddiasının dayanaktan yoksun bir iddia haline gelmesi sağlanabilirdi. Ulusal Uzlaşı Hükümeti, Parti’nin – nefsi müdafaa iddiasıyla- Suriye savaşına katılmasına engel olamadı. Sünniler, Cumhurbaşkanı ve destekçilerinin makam dağılımında ve yetkilerin kullanımında kendilerine haksızlık yaptıklarını sürekli dillendirdi. Ancak yine de şu an Parti’ye diklendikleri gibi kendilerinden olan Başbakan’a uyarıda bulunmadılar. Güçlü bir cumhurbaşkanı ve Hariri hükümetinin döneminde Parti’nin havalimanı, liman, ordu ve diğer kurumlar üzerindeki egemenliği daha da arttı. Cumhurbaşkanı ve Başbakan “silahını ülke içinde kullanmadığı” iddiasıyla Parti’yi her fırsatta savunmaya kalktı. Gerçekten de Cumhurbaşkanı, Lübnan’ın Parti’nin silahlarına ihtiyacı olduğunu defalarca tekrarladı. Çünkü ona göre ordu zayıftır.

Son iki yıl içinde Lübnan’ın (parti aracılığıyla) 1701 sayılı BM kararına (Güney Lübnan’la ilgili) uymadığı yönünde artan bir şikâyet var. BM Genel Sekreteri, bir kaç gün önce Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararının (ordu ve güvenlik güçleri haricinde Lübnan’da silahların önlenmesi) uygulanmasına dair raporunu Genel Kurul’a sunulduğu zaman Hizbullah’ın İsrail’e karşı silah ve füze tehditleriyle Lübnan’ı savaşa sürükleyebileceğini söyledi.

Partinin Lübnan’ın güvenliğine, egemenliğine, halkın yaşamına ve yasaların uygulanmasına yönelik saldırılarından bahsetme nedenim Genel Sekreter’in kötülüklerini ortaya dökmek değil. Zira sürekli olarak vefalı olmaktan bahseden bu şahıs, son iki yılda kendisine her türlü konuda yardımcı olan bir adama vefalı davranmayı dahi akıl edemiyor. Bu, bölgesel denklemin bir parçası olduğunu iddia eden silahlı bir milis liderinden beklenen bir durumdur. (Parti’nin silahlarının sadece Ortadoğu krizinin sona ermesinden sonra ortadan kaldırılacağını söyleyen Cumhurbaşkanı da esasında onu tasdik etmiş oldu!). Parti’nin Genel Sekreteri Hariri’yi tehdit ederken bile Gazze’den Yemen’e, oradan Bahreyn ve Suriye’ye kadar Arap krizlerinin etrafını tavaf etmekle meşguldü. Kendince zaferler peşinde koşuyordu.

Yukarıdaki hak ihlallerini zikretmemin temel nedeni ise bu uzun uzlaşma tarihine liderlik etmiş Hariri’nin bundan sonra ne yapabileceğine dair bir resmi ortaya koyabilmekti. Bir bakanın tayin edilmesine karşı çıkma dışında direnebilecek bir gücü ve kudreti kalmış mıdır? Gördüğüm şey, bir taraftan ABD ile İsrail arasında, diğer tarafta da İran ile gizli müzakereler başlamadıkça ya da meşru Yemen hükümetinin eliyle Hadide bölgesi düşmedikçe veya Beşşar Esed bizden hoşnut olmadıkça ya da Şimdiki cumhurbaşkanımız o meşhur hikmetli tavırlarıyla yardımımıza koşmadıkça bu hükümetin kurulamayacak olmasıdır!