Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

İdlib tuzağı ve dağılan şarapneller | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Suriye’nin en büyük illerinden biri olan İdlib; İran, Rusya ve Türkiye arasındaki üçlü zirvenin akşamında Sergey Lavrov’un deyimiyle su toplamış bir yaraya dönüşmeden çok daha önce, müttefikleri tarafından desteklenen Suriye rejiminin 3 yıldır Rusya’nın planını uyguladığı çok açıktı. Arka planı artık netleşen bahislerle Rus planı, özellikle İdlib’in tüm terörist ve aşırı unsurların toplanacağı büyük bir kapana dönüştürülmesini amaçlıyordu.

Birinci bahis, bu silahlı gruplar arasında geçmişte zaten var olan anlaşmazlıklar ve çatışmalara oynuyordu- ki bu da kaçınılmaz olarak eninde sonunda birbirleri ile bir savaşa tutuşmalarına neden olacaktı. Bu savaşın tek kazananı rejim olabilirdi- ki 2016 yılının başından itibaren olan da bu.

İkincisi, aralarında terörist gruplarında bulunduğu tüm bu silahlı örgütleri bir noktada toplamak üzerine oynuyordu. Doğal olarak vakit geldiğinde, rejimin bölgeyi temizlemek için yürütüceği herhangi bir askeri operasyon, dış ülkelerden kapalı bir destek görecekti. Gerçektende geçmişte böyle bir operasyon yapılmaması uyarısında bulunan tüm ülkeler bugün bu operasyonu destekliyor. Tabii ki korkuları ne İdlib ne de halkı için, asıl korkuları oradan kaçacak teröristler ve Akdeniz’in kapısını çalacak olan mültecilerdir!

Bu çerçevede İdlib, Astana Görüşmeleri’nde dört “gerilimi azaltma bölgesi”nden biri olarak seçildi. Türkiye de bu durumu, çoşkulu bir şekilde desteklemişti. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan İdlib’i, Suriye-Türkiye sınırında bir Türk nüfuz bölgesine ve ABD tarafından desteklenen, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) önünü kesecek bir duvara dönüştürmeyi umuyordu.

BM, ABD ve Avrupa ülkelerinin sonuçlarından korktuğu ve neden olacağı felaketin tehlikeleri konusunda uyarıda bulundukları muhtemel “İdlib bombası” ve “İdlib katliamı” hakkında küresel düzeyde koparılan fırtınaları bir kenara bırakalım. Hatta Türkiye’nin tek başına başa çıkamayacağı ve sayıları 1 milyona ulaşması beklenen yeni Suriyeli mülteci dalgasından zarar görecek tarafları, İdlib’de toplanmış olan ve BM’ye göre sayıları 15 ile 20 bin arasında değişen teröristin kaçmayı başarması ihtimali karşısında duyulan küresel korkuyu da bir kenara bırakalım.

Tüm bunları bir kenara bırakıp tekrar tekrar soralım, örneğin Cerud bölgesinde Lübnan ordusu tarafından kuşatılan Nusra Cephesi savaşçıları neden tutuklanmadı? Hatta tutuklanmak yerine bu savaşçılar, klimalı ve Suriye rejimi ile Hizbullah tarafından korunan otobüslerle niçin İdlib’e taşındı? Rejimin geri aldığı tüm bölgelerde yenilen savaşçıların daima aileleri ile birlikte rejime ait yeşil otobüslere bindirilerek İdlib’e naklediklerini hatırlayalım. El-Waer bölgesinde, Dımaşk kırsalındaki Darayya, Muaddamiye ve El-Tel’de bulunan şavaşçıların kaderinin hep bu olduğunu hatırlayalım. Aynı durum, Halep’in doğu mahallerinde veya Guta’da bulunan savaşçılar için de geçerliydi. Onlar da silahlarıyla birlikte İdlib’e nakledildi. Bu durum gerçekten de garip değil mi?

Niçin bu teröristler İdlib’e naklediliyordu? Bilindiği gibi İdlib, muhalif grupları ve radikal İslami örgütleri içinde barındıran ve adı Nusra’dan Şam Fethi Cephesi’ne (Feth’ul Şam Cephesi) dönüştürülen örgütün kontrolü altında bulunuyordu. Ama bilhassa İdlib’in 2015 yılından itibaren “Heyetu Ahrar’ul Şam Hareketi”, “Sukuruş Şam Tugayları”, “İslam Ordusu” ve “Festakim Kema Ümirte” grupları ile “Aksa Askerleri Örgütü” arasında yaşanan şiddetli çatışmalara şahit olmasının ardından her şey, rejimin kapan planı ile uyumlu bir şekilde ilerledi.

Rejimin oynadığı bahsin ikinci safhasının uygulanmasına geçildiğinde, artık İdlib’de kapana kısılmış teröristleri avlamak, uluslararası kamuoyunun ilgilendiği en önemli başlık haline geldi. Rejim ve Tahran’a bağlı milis güçleri, saldırı hazırlığında oldukları bu bölgeye çok sayıda güç sevk etti ve saldırı her an başlayabilir. Ama kentte pek çok muhalif savaşçıya, terörist ve aşırılıkçı unsurlara ek olarak 3 milyon sivilin bulunması, uluslararası kamuoyunu endişelendiriyor. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, İdlib’in bir kan gölüne dönüşmesinden duyduğu endişeyi dile getirerek, bir insani dram yaşanacağı konusunda uyarıda bulundu. Bu saldırının, kanlı çatışmalarda daha önce eşi benzeri görülmemiş bir kabusun önünü açacağını belirtti.

Kısacası Guterres’in açıklamaları, kapalı olarak ABD ve Avrupa’nın tutumunu destekliyordu. Bilindiği gibi ABD ve Avrupa rejimin kimyasal silah kullanmasından endişe duyduklarını belirtmiş ve bunun gerçekleşmesi halinde ABD’nin İngiltere ve Fransa ile birlikte rejime sert bir şekilde karşılık verecekleri uyarısında bulunmuşlardı. Ama bu ülkelerin, Batılı teröristlerin ülkelerine dönmemesi ve Avrupa’nın yeni bir göç dalgasıyla boğulmaması koşuluyla saldırının gerçekleşmesine hiçbir itirazları bulunmuyor.

Guterres açıklamasında şöyle demişti:

“İdlib’deki mevcut durum, sürdürülemez ama diğer yandan teröristlerin varlığına da müsaade edilemez. Terörle mücadele, savaşan tarafların uluslararası hukuktan doğan temel yükümlülüklerini unutmaları için bir bahane olamaz.”

Uluslararası hukukmuş! İdlib’in, diğer gerilimi azaltma bölgelerinin karşı karşıya kaldığı kaderi paylaşacağı çok net. Rus uçakları, bölgeyi yoğun şekilde bombardımana tutarken ve Suriye rejimi, varil bombalı saldırılarını artırırken, geçtiğimiz hafta Cuma günü Vladimir Putin, Erdoğan ve Hasan Ruhani’nin bir çözüm yolu bulmak için bir araya gelmesiden daha garip bir şey olabilir mi?

Erdoğan’ın ateşkes çağrısı ve İdlib’in bir kan gölüne dönüştürülmemesi için harcadığı tüm çabalar, fayda sağlamadı. Putin ve Ruhani, teröristlerle savaşmakta ve rejimin topraklarını geri alma hakkına sahip olduğunda ısrar etti. Diğer yandan Sergey Lavrov, imkansız olan teorisini, bir diğer deyişle ılımlı muhalifler ile teröristleri birbirinden ayırma çağrısını pazarlamaya devam etti.

Türkiye, bir şey beklerken tam aksi bir durumla karşı karşıya kaldı. Geçmişte İdlib’in bir savaşçı deposuna dönüştürülmesini sakince takip eden ve hatta bazı grupları eğitip silahlandıran Erdoğan, şimdi Wall Street Journal’da Salı günü yayınlanan yazısıyla sesini yükseltiyor. Erdoğan söz konusu yazıda, tüm dünyayı, rejimin İdlib saldırısının bedelini ödeyeceği konusunda uyardı. İran ve Rusya’nın, bu felaketi önlemedikleri için sorumlu olduklarını ve uluslararası kamuoyunun bu saldırıyı engellemek için hiçbir girişimde bulunmamasının ciddi tehlikelere yol açacağını yazdı. Rejimin bu saldırısının, hem Türkiye hem de Avrupa ülkeleri ve diğer dünya ülkeleri için büyük bir insani ve güvenlik krizi yaratacağını ifade etti.

Türkiye bununla da yetinmeyip işi Avrupa’yı da tehdit etmeye kadar götürdü. Avrupa’nın bu saldırıyı engellemek için hiçbir şey yapmaması durumunda sınırlarını mültecilere açacağı imasında bulundu. İHH Başkanı Bülent Yıldırım, İdlib sorununun sadece Türkiye’yi değil AB’yi de ilgilendirdiğini, dolayısıyla saldırıyı engellemek için hiçbir şey yapılmaması halinde Türkiye’nin Avrupa’ya gitmeleri için mültecilere sınırlarını açmaktan başka çaresi olmadığını söyledi.

Bu gergin ve korku dolu ortamda ABD ile Rusya arasında, Suriye’de kimyasal silah kullanımına ilişkin söz düellosunun tonu git gide yükseliyor. John Bolton’ın ABD, İngiltere ve Fransa’nın rejimin üçüncü kez kimyasal silah kullanması halinde güçlü bir şekilde karşılık verme konusunda görüş birliğine vardıklarını açıklamasının ardından Rusya, hemen muhaliflerin bir “kimyasal tiyatro” hazırlığında olduğu açıklamasını yaptı. Cisr El-Şuğur’daki kimyasal saldırı benzeri bir saldırının videosunu yayınlayarak, rejimi suçlama hazırlığında olunduğunu iddia etti.

BM denetçileri, 2013 yılından itibaren 39 kimyasal saldırı gerçekleştirildiğini belgelediklerini açıklamıştı. Bunlardan 33’nün rejim, 6’sının ise bilinmeyen gruplar tarafından gerçekleştirildiği belirtildi.

Bu şekilde, Suriye, trajik savaş boyunca 80 ülkeden fazla terörist için bir tuzağa dönüşürken, rejim de İdlib’i, tüm bu silahlı ve radikal unsurların barındığı bir depoya dönüştürmede başarılı oldu. Bu depo havaya uçtuğunda ise şarapnelleri, Türkiye ve Avrupa’dan çok daha uzaklara ulaşacak!