Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

İlk kim teslim olacak Abdulmehdi mi Hariri mi? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın medyada sıkça görünmek istemesinin nedeni, muhtemelen eski popülaritesini kaybetmiş olmasındandır. Bunun nedeni ise, ya yüzünün eskimesi ya da ‘o ne söylerse doğrudur ve muhakkak bir hikmeti vardır’ diyen teslimiyetçi bir kesim dışında hiç kimseyi ikna edemez hale gelmesindendir.

Ben şahsen, iki şeyin birbirini tamamladığını düşünüyorum. Parti genel sekreteri, baktı ki kimse söylediklerini ciddiye almıyor, inandırıcı olmanın yolunu aynı şeyleri sürekli tekrar etmekte görmeye başlamış olabilir. Aslında, Lübnan kamuoyu, hükümeti kurmakla görevlendirilen Başbakan Saad Hariri’nin önünü kimlerin kestiğini keşfetmiş durumda, ama bundan çok daha önce Hizbullah’ın sloganları, Lübnanlıların büyük bir kesimi tarafından zaten inandırıcı bulunmuyordu.

Hizbullah, teolojik temelleri ve doktrinsel zihniyetiyle, Lübnan’daki çoğunluğu temsil etmediği gibi Şii cemaati içinde de çoğunluğu temsil etmiyor. Fakat 2006’dan önce Lübnanlılar, ülkeyi yabancı güçlerden kurtarmaya çalışan, özel şartlar talep etmeyen ya da kişisel çıkarlarını ön plana çıkarmayan bir güçle ilgili bir sorun yaşamamışlardı. Evet, 2006’ya kadar Hizbullah, kendisinin yalnızca vatan için direnen inançlı bir cemaat olduğuna ve bunun karşılığından herhangi bir beklentisinin olmadığına Lübnanlıları ikna etmişti. Herkes bu partiye, adaleti gerçekleştirmek, ezilenlerin hakkını hukukunu korumak için fedakârlık yapan bir topluluk olarak bakıyordu.

Tabii ki, buna karşılık meseleyi daha geniş zaviyeden değerlendiren araştırmacılar ve siyasi analistler de vardı. Bunlar parti literatürünü, mezhep dokusunu, Lübnan dışındaki dini ve kültürel referanslarını Lübnanlılardan daha iyi analiz edebiliyorlardı. Partinin “projesine” daha şüpheci yaklaşıyorlar, politik konuşma ve sloganlarının “masumiyetine” daha az güveniyorlardı. Devrim Muhafızlarının kamplarında benimsenen genişlemeci söylemi dikkatlice izliyorlar, “devrim ihracının” ne anlama geldiği çok iyi biliyorlar ve bu partinin ideolojik olarak İran’daki hangi havzadan beslendiğini çok iyi takip ediyorlardı. Bu nedenle, yanıltıcı söylemleri onları etkilemedi, Lübnan’da veya komşu ülkelerde Humeyni’ni hayal ettiği tarzda bir “İslam devleti” kurma planlarının olmadığını çok net bir şekilde idrak ettiler.

Yaşanan üç hadise, cehalete dayalı yanılsamayı ortadan kaldırdı ve sadece Lübnanlılar değil, aynı zamanda Araplar da Hizbullah’ın bir Tahran projesi olduğunu iyice idrak ettiler.

İlk hadise; Şubat 2005’te eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğramasında parti üyelerinin bir şekilde rol oynadıklarının tespit edilmesidir. Beyrut sokaklarında, Suriye güçleri ile alenen gösteri yaptıkları o dönemde, Suikastte Şam rejimi parmağına dair işaretler çok güçlüydü. Parti daha sonra, suçu soruşturmak için uluslararası bir mahkeme kurulmasını reddetti. Sonrasında ise şüphelileri yargıya teslim etmedi. Bu şüphelilerin hepsi de partizanlarıydı.

İkinci hadise, 2006’da Lübnan hükümetine sormadan İsrail’le bir savaşa girmeleri ve hatta sonrasından hükümeti kendilerine karşı olmakla itham etmeleridir. Sonrasında ise hükümeti devirmeyi amaçlayan oturma eylemlerini organize ettikler. Nitekim partinin güvenlik şantajı, 2008 yılına kadar devam etti. Yeni bir cumhurbaşkanını, partinin ve onun arkasındaki Tahran ve Şam’ın arzu ettiği şekilde seçtiler. Taif Anlaşmasını rafa kaldırdılar. Onun yerine Hizbullah ve dolayısıyla Tahran’ın hegemonyasını kolaylaştıran bir anlaşma ikame etiler.

Üçüncü hadise, 2011 yılındaki “Arap Baharı” ayaklanmasından sonra geldi. Aslında bu partinin en önemli rolünün İran projesine hizmet etmek olduğu ve partinin sadece Suriye’de değil, Yemen ve Irak’ta da bu projenin bir ayağı olduğu anlaşılmış oldu.

Bu arada parti, Lübnan’daki güç eklemlerini pervasızca ele geçirme hamleleri yapıyordu. Washington’un Tahran’a ve Özgür Yurtsever Hareketi-Hizbullah koalisyonuna yönelik muğlâk politikasından yararlanmasını bilmiştir. Koalisyon ortaklarından birinin Hıristiyan olması bazı şeylerin üzerini örtmeye yetmiştir.

İran’ın sürekli takip ettiği “uzun vadeli politika” meyvelerini vermiştir. Partinin adayı Mişel Avn’ın Lübnan’ın cumhurbaşkanı olması adeta dayatılmıştır. Daha sonra, Avn ile işbirliği yapan parti, Şii olmayan bloklara “nüfuz etmek” için orantılı temsil sistemini öngören seçim yasasını getirdi. Böylece hem güvenlik hâkimiyetini eline almış hem de sahip olduğu silahların “dokunulmazlığını” sağlamıştır.

Nitekim Mayıs seçimlerinde partinin kazandığı zafer -ki aynı zamanda onun arkasındaki Tahran ve Şam’ın da zaferidir- bu seçim yasasının bir sonucudur. Hizbullah ve Avn destekçisi bir kısım Sünni ve Dürzi figürlerin Temsilciler Meclisi’ne girişi bir şekilde sağlanmış oldu, dolayısıyla Parti ve müttefiki olan Avn, bir “seçim kanadı” oluşturmayı başardı. Bugün olan şey ise, Parti, Sünni mezhep bloğunu yarma konusunda ısrar ediyor, zira hem demografik hem de Arap derinliği bakımından bu bloğu kendisine yönelik bir tehdit olarak görmektedir. Hıristiyanları ayrıştırdıktan ve Dürzilerin gerçek güçlerine paralel temsilden mahrum bıraktıktan sonra sıra, en güçlü bloklardan bir olan Sünni bloğa geldi. Saad Hariri liderliğindeki Müstakbel Hareketi’ni zayıflatmak istiyorlar.

Bu sahne, bazı detaylar dışında Irak’ta olup bitenlerden pek de farklı değildir. Irak’ta da son seçimler, Irak-İran savaşı sırasında Irak ordusuna karşı savaşan mezhepçi Haşdi Şabi milislerinin hegemonyası altında gerçekleşti.

Irak’ta da, Sünni unsurlar aşamalı olarak dışlandı. İran özellikle “DEAŞ” fenomeninden faydalanmasını bildi. Sünni Araplarının en büyük yoğunluğunun olduğu Orta Fırat ve Ninova eyaletlerinde DEAŞ’ın yaptığı şaibeli yıkımları bahane ederek Irak’ta kendine bir tesir alanı oluşturmuştur.

İran, ilk önce Kürt ayrışmasını kendi çıkarlarına yönelik bir fırsata dönüştürdü ve ikinci olarak da Kürtlerin çıkarlarını Sünnilerin çıkarlarından ayrıştırmayı başardı ve böylece kendilerine bağlı Şii gruplarının egemenliğini kolaylaştırmış oldu. Bu arada, uluslararası tutum ve özellikle de Amerikan’ın tutumu son derce tutarsız ve değişkendi. Sadece DEAŞ fenomenine odaklanmayı tercih ettiler. Hâlbuki mesele, Ortadoğu çevresinde, kültürel-doktrinel arka plan ve ulusal mozaik dikkate alınarak ele alınmalıydı. Bu gerçekliğin karşısında, Donald Trump, ara seçimlerden çıkarken, Tahran rejimine yönelik uygulamaya koyduğu yeni yaptırımlarla gerilimi daha da tırmandırmış durumda. İran liderliği ise, Irak ve Lübnan’daki politik, güvenlik ve medya şantajını yoğunlaştırdı. Hatta bu şantajını bölgenin tamamına yaymak istiyor.

Şimdilerde ilginç olan şey, DEAŞ’ın, yaptığı yıkıcı eylemlerle kendini dünyaya hatırlatmaya başlaması değil, bilakis Tahran’ın iki kırılgan demokratik tecrübeyi kasten başarısızlığa uğratma çabasıdır.

Öyleyse ilk kim teslim olacak?

Irak’taki Adil Abdulmehdi mi yoksa Lübnan’daki Saad Hariri mi?