Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

İran… Hayali başkan; hakiki mürşid | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

İran İslam Cumhuriyeti ilk bakışta çeşitli makam ve seçimleri içeren kendine has yapısıyla çetrefilli görünüyor. Bazıları, ülkedeki demografik çeşitlilik sayesinde özgürlük ve karar alma aşamasında rejime ortak olmanın garanti altına alındığı gibi bir izlenime kapılıyor.

Dikkatli bir bakış, bu rejimin işleyişinde rollerin ve kuvvetlerin dağılımı diye bir şey olmadığını fark eder. Zira Mürşid Ali Hamaney, İran’a hükmetme ve yönetme oyununda, bütün önemli rolleri tek başına elinde tutar. Diğer odaklar ve iş arkadaşları ise rejimin diktatörlük yaftası yememesi için göstermelik makamlara oturmaktan başka bir şey yapmazlar. Bu siyasi kararları tekelinde bulundurma durumu en çok da mürşid ve yönetimede ilk söze sahip olması beklenen cumhurbaşkanı arasında asılsız veya gerçek herhangi bir anlaşmazlığın su yüzüne çıktığı anlarda belirginleşiyor. Geçtiğimiz Ağustos ayının 27’sinde Hasan Ruhani, yeni hükümeti kurmak için önerilen bakanların isimlerinden oluşan bir liste hazırlayarak, incelenip onaylanması için Hamaney’e sundu. 18 adaydan 17’si onaylandı ve çalışma bakanlığı için gösterilen aday reddedildi. Bununla birlikte 5 önemli bakanlık hakkında da bir şey söylenmedi. Bunlar; savunma, dışişleri, istihbarat, adalet ve petrol bakanlığı. Çünkü ilgili bakanlar, mürşid tarafından atanıyor ve cumhurbaşkanı bu konuda hiçbir şekilde söz sahibi değil. Bu, İran rejiminin tabi olduğu yaygın bir gelenektir. 12 bakan, Mürşid Hamaney, askeriye ve Kum ilim havzasındaki uzantıları ile yapılan istişarelerin neticesinde seçilmiş ve parlamentoda nitelikleri tartışılmaksızın oy çokluğu ile kabul edilmiştir. Kısacası seçimlerde esas mesele, ideolojik mensubiyettir. Seçilen eski bakanlara bakıldığında hepsinin de on yıllardır İran halkını kısıtlamada etkin rol oynayan Devrim Muhafızları, Besic milisleri ve ajanları gibi rejimin önleyici yapıları ile ilişkili oldukları görülür.

İşlerin, Ruhani’nin seçim vaatlerinin tersine yürüdüğü söylenebilir. Seçim kampanyası esnasında üç bakanlığa kadın atayacağı ve nüfusun yüzde 30’u oluşturan Sünni azınlıklar, Arap, Kürtler, Beluc ve Türkmenlerden oluşan Pers kökenli olmayan diğer azınlıklar için de bir bakanlık sözü vermişti. Bu durum, mezhepçi ve cinsiyet ayrımına dayalı rejimin tabiatını gözler önüne serdi.

Tüm bu verilerden hareketle İran’da vatandaşlık hukukunun olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Hamaney, “Mürşid-i Aʿlâ” rütbesi yoluyla tüm koltukları işgal ediyor ve acımasız baskıları, insan haklarının çiğnenmesi ve muhalefetin susturulmasını içeren tüm kararları “imam” ve komutan sıfatıyla tek başına alıyor.

Merkezi Londra’da bulunan ve uluslararası bir insan hakları örgütü olan “İran Adalet Örgütü”’ne göre, İran Adalet Bakanı ve Baş Hâkimi Alireza Avayi’nin, 1988 senesinde katledilen onlarca muhalifin idamında parmağı var. Yine bu örgüte göre Avayi’nin binlerce masumu katletmesinden ötürü uluslararası adalete teslim edilmesi gerekir. Tüster hapishanesinin eski mahkumlarından Muhammed Rıza Aşog, Bakan Avayi’nin birçok muhalife ve bazıları 18 yaşın altında siyasi mahkumlara bizzat ateş ettiğini ifade ediyor. Avayi’nin ismi AB’de teröristler ve “İnterpol” listesinde de geçiyor. Bu sebeple o dış elçiliklerden muaftır. Ruhani hükümetinin diğer bakanlarının da aynı kumaştan olduğunu söylemek mümkün.

İran rejimi, velayet-i fakîh ilkesine mutlak olarak bağlıdır. Bu ilke, mürşid-i aʿlâyı kanun üstünde görür. Bu kabule göre, İran rejimi meşruiyetini Allah’tan aldığını iddia eder ve önünde susmak, hapis yatmak ve işkence görmekten başka seçeneği olmayan çoğunluğun onayını almadan da kalıcılığı mümkün görür. Musavi, Kerubi ve hatta Ahmedinejad gibi İran rejiminin kurucularından da olsa veyahut çok uluslu ve dinli kabul edilen bir ülkede Pers kökenli olmayan halklardan ve farklı din ve mezheplerden oluşan çoğunluğa düşmanlık gösteren bir rejim de olsa durum değişmez. Hâlbuki bu ülkeyi, imparatorluklar, devletçikler ve emirlikler kuran; halkları ve farklı ırkları özerk bir şekilde yan yana yaşayan insanlar yönetmişti.

Kaçar Hanedanlığı zamanında ülke, ‘Memalik-i Mahruse-i İran’ (Korunan İran Krallıkları) şeklinde ve geleneksel federal bir sistemle yönetiliyordu. “Eyaletler ve bölgeler” sistemini uygularken din, dil, kültürel ve etnik çeşitliliği resmi olarak tanıyordu. Merkezi hükümetin vergileri toplamak için her bölgeye bir temsilci göndermesi yetiyordu. Arabistan, Kürdistan, Luristan, Horasan, Azerbaycan, Belucistan ve diğer küçük eyaletler de bunun faydasını görüyordu zira çeşitli yetkilere sahip ve bağımsızlığa yakın bir özerklik söz konusuydu.

Belki bu yüzden İran o dönemlerde etnik bir çatışmaya sahne olmadı. Bu çatışmalar, 20’lerin başında Pehlevi Devleti’nin kurulmasıyla başladı. Rıza Şah ve ardından oğlu Muhammed Rıza Şah, ulusal devlet projesini uygulamaya çalıştılar ki bu 19.yy’da Avrupa’da görülen ulusal devlet projesinin kötü bir kopyasıydı. Bu ikisi ayrıca yeni bir siyasi yapı kurmaya ve bu yapıya Ârî ırk ve Şiî mezhep teorisine dayalı yeni bir kimlik kazandırmaya uğraştı.

İçlerinde Pers kökenli olmayan kavimlerin de bulunduğu İran halkları, 1979 yılında Şah’ın devrilmesiyle sonuçlanan devrimde aktif olarak yer aldı. Irk ayrımı yapılmaksızın tüm halklar için eşit haklar, eşitlik ve adalete dayalı İslamî değerleri esas alan yeni rejimde haklarına yeniden kavuşacaklarını umdular ancak beklenildiği gibi olmadı. İslam Cumhuriyeti rejimi, Pers kökenli olmayan dini ve etnik azınlıkları en basit haklarından bile mahrum etti.

Pehlevi Hanedanlığına karşı atılan sloganlara rağmen, velayet-i fakîh rejimi Humeyni’nin ölümünden sonra Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinejad gibi cumhurbaşkanları yoluyla etnik ve aşırı mezhepçiliğe dayalı aynı siyaseti takip ettiler. Söz konusu politika, kültürel ve dilsel bakımdan tek bir kimliğin yani Pers-Şii kimliğinin egemen olmasını ve etnik temizlikle, sistematik kültürel asimilasyon yoluyla azınlık halklarını bastırmayı ve eritmeyi hedefliyordu.

Şimdi durum eskisinden çok da farklı sayılmaz. Ruhani hükümeti, veliyy-i fakîh’in yönlendirmesiyle idareyi elinde tutuyor. Neredeyse Şah devrinde uygulanan baskı ve diktatörlüğün daha fazlasıyla Pers-Şii azınlıklar lehine bir egemenlik tasavvur ediliyor. Buna ek olarak bu rejim, Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn ve Yemen gibi komşu ülkelerin içişlerine karışarak terör estiriyor.