İran’daki kaosun ikinci gününden bu yana, birçok bölgesel ve uluslararası medya kuruluşu, çevre ülkelere ve dünyaya yönelik İran dış politikasında olası değişiklikler hakkında sorular sormaya başlamıştı.
Gösterilerin üzerinden geçen yaklaşık iki haftaya ve Velayet-i Fakih rejiminin şiddetli tepkilerine bakacak olursak, rejim, kısa vadede bir çöküş tehdidi altında değil. Ancak inançlarında, halkında ve geleceğinde büyük bir çatlak var.
Normal diktatör rejimler, kendisine yönelik bir halk isyanı çıkması halinde iç ve dış politikalarını kolayca değiştirmez. Hele bir de bu rejim 1979’dan bu yana dini inançlara dayalı ise…
Rejim egemenleri ve maiyetindekiler kendilerini Ehl-i Beyt’in intikamını alıp galip gelmek için ilahi bir inayetle gönderilmiş kimseler olarak görüyorlar.
Ballı iktidarlarının cazibelerine o kadar gömüldüler ki, bu onların davasını insan zihninin ve çıkarlarının sınırlarını aşan bir koruma kalkanı haline getiriyor. Bu durum kendilerini iktidar ve kontrol hakkına sahip oldukları iddiasına taşıyor. Onlar Şiileştirme adına herhangi bir değişim ve dönüşümü Ehl-i Beyt İmamlarına itaatin bir göstergesi olarak görüyorlar.
Bu durumun başkalarına değil sadece İmamların yaşayan mirasçılarına ve İran yönetimine hayran olanlara bir destek olarak yansıyacağına inanıyorlar.
Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi kimdi ve Beşşar Esed kim?
Onlar sıradan hükümdarlar, darbe ve saltanatla iktidara geldiler ancak iktidarda kalmak için dinlerini, duruşlarını ve politikalarını değiştirmeye hazırdılar.
Yaklaşık 1 milyon Suriyelinin öldürülmesi, milyonlarca insanın tehcir edilmesi, şehirlerin ve köylerin yok edilmesinin ardından Beşşar için kazanç olarak ne kaldı?
Peki Beşşar’dan geriye ne kaldı?
Neredeyse hiçbir şey…
Ancak kendisine Başkan denmeye devam etmesi için vatanını pazarlamaya, insanlarını yok etmeye ve Suriye’nin geleceğini Ruslara ve İranlılara satmaya hazır!
Gözlemciler, 2011 yılında Dera, Şam ve Humus’daki sivillerin protestolarına en azından olumlu bir karşılık vermiş olsaydı hem kendi hem halkı hem de vatanı için bütün bunları sağlayabilecek bir güce sahip olabileceği hususunda hemfikirler!
Ancak işin içine Velayet-i Fakih rejiminin idarecileri girdi mi vaziyet korkunç bir hal alıyor!
Hele bir de efsanevi çağrılarının olduğu ortam daha zor ve daha da korkunç oluyor. Rejimin gözünde içte ve dışta başarılı olan politikalar da vardı. İçte; Devrimin şaşkınlığının ve İran-Irak savaşının atlatılmasından sonra ve enerji kaynaklarının kademeli olarak gerilemesinin ardından, Mahmud Ahmedinejad’ın halkçı politikaları da dâhil olmak üzere toplumsal tabakayı gözeten politikaları bu bağlamda zikredebiliriz. Zira ayda 9 milyon gıda paketi, yoksulluk sınırının altındaki nüfusa – yaklaşık 30 milyon insan ya da İran nüfusunun üçte birinden fazlası- dağıtılıyordu.
Ancak bir de rejime olan sadakatten doğrudan beslenen diğer bir kesim var ki bunlar milyonlarca destekçisinin etrafında toplandığı çok büyük güvenlik, askeri ve idari aygıtlardır. Bu durum piyasa tüccarları ve diğer kesimleri şikâyet etme noktasına taşıdı. Zira Devrim Muhafızları işlerinde ve kazançlarında kendileriyle rekabet etmeye başladılar ve bunu yaparken de yaygın yolsuzluklarını Velayeti el-Fakih gücünü kullanarak ört bas etmeye başladılar.
Bu politikaların dış politikaya yansıyan boyutu ise, önce Lübnanlı Şii milisler, sonra Irak, daha sonra Yemen ve ardından Afgan ve Pakistan’lı milislerin kullanılmasıydı. Sonrasında ve yaklaşık aynı bağlamda İslami Cihad Örgütü ve Hamas’ın kullanılması…
Bu milisler, Devrim Muhafızları gözetiminde ve liderliğinde kullanıldı. Bazıları nüfuzu genişletmek için diğerleri ise ABD ve diğer bölgesel ve uluslararası aktörlerle uzlaşmak için kullanıldı.
Unutulmamalıdır ki, Cumhurbaşkanı Ruhani, 2015’te nükleer kriz konusunda anlaşma yapıldığı sırada Hizbullah’ı, bu anlaşmada İran’ın bölgesel ve uluslararası gücünü ve nüfuzunu elde etmede sağladığı katkıdan dolayı teşekkürü hak edenler arasında saydı.
İran şimdiye kadar Husi milislerine destek vererek mücadele etmenin yanında, 2012 yılından bu yana Suriye’deki milislerle övündü durdu. Önce binlerce milis ve savaş uçaklarıyla buraya müdahale etti ve ardından on binlerce Irak, Afgan ve Pakistanlı milislerle müdahale etmeye devam etti. İranlılar sadece bu milislere harcama yapmakla kalmadılar aynı zamanda Devrim muhafızlarına büyük meblağlar ödediler. Bu hesabı belli olmayan dış harcamalardan birileri, bir hayli rant elde ederek zenginleşti.
Ruhani her iki seçim kampanyasında da bu dış harcamalara değinmeden Devrim Muhafızlarına yapılan iç harcamalardan acı acı şikâyette bulundu. Zira dış harcamalar doğrudan Velayet-i Fakih’in emriyle yapılıyordu.
Ruhani, son birkaç ay boyunca, Devrim Muhafızlarının başarılarına övgüde bulunmaktan imtina etti. Bu da göstericilerin eleştiri oklarının, ulaşmış oldukları kötü yaşam koşullarının sorumluluğunu yükledikleri Velayet-i Fakih’e yönelmesine neden oldu. Gösterilerin başlamasının ilk gününden bu yana şuna benzer sloganlar atıldı:
“Ne Gazze ne Şam ne Lübnan canım sana feda İran!”
Anayasası devrimin ihracını öngören İran rejimi, normal siyasi rejimlerin yaptığı gibi “iç ihtiyaçlara göre değiştirilebilen bir dış politika” belirleyemez. Bunu daha doğru bir şekilde ifade etmek istiyorsak, bu durum, bu türden rejimlerin özünü ve mesajını oluşturur. Dahası bu hal yalnızca diktatör rejimlere özgü değildir. Bilakis inanç merkezli rejimleri de kapsar. Özellikle bu durum Velayet-i Fakih rejiminde daha da barizdir. Pragmatizm, ABD, Rusya, Çin, Hindistan, Avrupa ve Türkiye ile mümkündür. Ancak taassupla dolu mezhepçi bir rejimin tarihsel nefreti nedeniyle Araplar ile asla mümkün değildir.
Bu nedenle, 90’lı yıllardan beri, İran rejiminin Araplara yönelik kurduğu ilişkilerde benimsediği üç yöntem vardı:
1-Şayet Kuveyt, Sudan ve hatta Cezayir ve Fas’la olduğu gibi nüfuz etme imkânlarını (barışcıl) sağlıyorsa alttan alma…
2-Rejimleri politik, sosyal ve dini aidiyet üzerinden kontrol etme. İşte Şii milisler veya diğer Şii unsurlar üzerinden Lübnan, Suriye ve Irak’ta yaptığı gibi…
3-İstikrarı bozmak için açık ve gizli olarak milisler yetiştirmek ve koşullar oluştuğunda kullanılabilecek yapıları kendine çekmek. Hamas’ın kontrolü sonrası Gazze’de yaşananlar veya Bahreyn ve Yemen’de yaşananlar gibi…
Her üç durumda da Kudüs, Filistin ve ABD başlıklarının istismarına ara verilmedi. 80’ler, hatta 90’lı yılların ortalarına kadar, Ruslar ve İran’ın içinden kendilerine muhalif olanlar ve diğer devletleri tehdit etmekten dahi geri durmadılar.
Nihayet İran’daki gösteriler patlak verdiğinde, İran dostu bir Lübnanlı yetkili, göstericileri küçümsemek ve onları ABD, İsrail ve Suudi Arabistan için çalışmakla suçlamak için beni aradı.
Ona dedim ki: “Bu, medyanız tarafından pompalanan bir ithamdır. Ben Nasrallah’ın, bugün ya da yarın dikkatleri İran’da yaşananlardan çevirmek için “Kudüs ve Filistin’in kurtuluşu için savaşmanın vaktinin geldiği” yönünde açıklamalar yapmasını bekliyorum”. Ancak pek ihtimal vermedi ve bana bunun artık bayat bir yöntem haline geldiğini, düşman saldırmadıkça partinin savaş istemediğini, bu konuda benimle bahse girebileceğini söyledi. Ancak beşinci ve altıncı günde Nasrallah “el-Meyadin TV” ile bir röportaj gerçekleştirdi ve bütün bir bölgeyi kaplayacak büyük bir savaşla tehdit etti. Kendilerinin de bunun için gece gündüz hazırlık yaptıklarını!” söyledi. Ben de o yetkiliye: “-Eğer bahse girseydik kaybedecektin!” dedim. Tartışmaya devam etti ve “Kıyametin alametlerinden ve Mehdi’nin ortaya çıkmasının işaretlerinden biri olarak İran ile İsrail arasında savaşın mümkün olduğunu!” savundu…
Dikkat ederseniz Başkan Trump dışında Avrupa ve diğer merkezlerden İranlı göstericilere destek yoktu; çünkü mollaların pragmatizminde büyüdüler! İdeolojilerini ve efsanelerini de bizimle birlikte kullandılar.
İran’daki değişimin mümkün olduğunu ve geleceğini iddia etmeye devam ediyorum. Ancak yalnızca dâhili bir değişim olacak; halk arasında, milliyetlerde ve diğer etnik gruplarda…
Dış politikadaki doktrinleri ise Husiler Yemen’de yenildiği zaman kırılacak, Irak ve Suriye’deki önümüzdeki iki yılın gelişmelerine göre tamamen yok olup gidecek.