Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

İran’ın düşmanlığıyla yüzleşmek | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

İnsanlık tarihinin en karanlık sayfalarından birini oluşturan İkinci Dünya Savaşı boyunca dünya birçok trajedi ve yıkım yaşanmış ve bu acılı dönem ancak kötü ve karanlık güçlerin ilerlemesinin durdurularak geri püskürtülmesi ile sona erebilmiştir.

Dünyanın benzer trajedileri tekrar yaşamaması için bu ibret ve derslerle dolu dönemi unutmamalıyız.

ABD Başkanı Donald Trump, hem Nazi Almanyası’nın genişlemesini durduramayan hem de insanlığa ağır bir fatura ödeten 2. Dünya savaşını engelleyemeyen “yatıştırma” siyasetini İran konusunda tekrarlamayacağını vurguladı ki bu memnuniyet vericidir. Bundan yola çıkarak bugün hepimizin üzerine düşen görevin, İran rejiminin istikrarı sarsan tutumuna bir çözüm bulmayı amaçlayan daha geniş bir stratejiyi desteklemek için birleşmek olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün bizlere geçen yüzyılın otuzlu yıllarını ve İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemin olaylarını anımsatan bir süreçten geçiyoruz. Günümüzde dünya, yine ekonomik krizin etkileri ile boğuşmakta ve aşırı sağdan tutucu sola tüm alanlarda keskin bir politik bölünmeye şahit olmaktadır. Buna rağmen uluslararası toplum kurumları küresel krizler ile başa çıkmakta etkili ve ortak bir halde hareket etmekten aciz bir haldedir. Aynı şekilde 20. yüzyılın birinci yarısında olduğu gibi emperyal güçler bugün de nefret ve şiddet dolu ideolojilerini yayarak bu boşluğu doldurmaya çalışıyorlar. Bu nedenle uluslararası toplumun bu zorluk ve sorunların üstesinden gelmek için kararlılıkla çalışması gerekiyor. Kuşkusuz, İran’a karşı başarısızlığı daha önce kanıtlanmış olan “yatıştırma” politikasının uygulandığını görmek, Nazi Almanyası ile yüzleşmek zorunda kalan Dünyanın yaşadıklarını akıllara getiriyor.

Filozof George Santayana’nın şu ünlü sözünde olduğu gibi: “Geçmişi hatırlamayanlar, onu yeniden yaşamaya mahkûmdurlar.”

Nükleer anlaşmayı imzalayan ülkelerin niyetleri ne olursa olsun, bu anlaşma maddeleri ve İran’a uygulanan ekonomik yaptırımların hafifletilmesini içermesi ile İran’ın bölgedeki istikrarı sarsan ve terörü destekleyen faaliyetlerini durdurmamıştır. Bilakis İran rejimine daha fazla ekonomik ve finansal getiriler sağlayarak bölgedeki genişlemeci faaliyetlerini teşvik etmeye yardımcı olmuştur. Bu anlaşma, yatıştırma siyasetinin bir parçasını oluşturmakta ve yürürlükte kalsaydı bölgede felaketlerin yaşanmasına neden olacaktı. Anlaşma süresince İran rejimi, uluslararası toplum tarafından hiçbir engelleme ile karşılaşmadan Beşşar Esed rejimine verdiği ekonomik ve askeri desteği arttırmıştır. Buna ek olarak İran rejiminin Suriye’de işlediği suçlar ve cinayetlerde cezasız kalmıştır. Hatta İran rejimine Suriye ile ilgili siyasi müzakerelerde rol oynamasına bile izin verildi. Beklenildiği gibi bu ne Suriye’de barışı sağlayabildi ne de İran’ın tutumunu değiştirdi. Bilakis İran’ın, Suriye ve bölgenin geri kalanındaki düşmanca ve yıkıcı faaliyetlerini arttırmasına neden oldu.

Başkan Trump, ABD’nin müttefikleri ile İran’ın nükleer tehdidine karşı etkin, kapsamlı ve daimi bir çözüm bulmak için çalışacağını ve bu çabalarının İran’ın balistik silahlar programının oluşturduğu tehdidi sona erdirmeyi, dünya çapında terörist faaliyetlerini durdurmayı ve Ortadoğu’yu tehdit eden faaliyetlerini önlemeye yönelik olacağını deklare etti. ABD başkanının bu tutumu, Suudi Arabistan’ın politikaları ve İran’ın bölgedeki kötü amaçlı genişlemesini durdurmak için üzerine düşen her şeyi yapacağına dair müttefiklerine verdiği söz ile uyumludur. İran bu kötü amaçlı genişlemeci faaliyetlerini, terörist Hizbullah örgütü ya da Yemen’de kaos ve yıkıma neden olan Husi milisleri aracılığıyla yürütmektedir. İran, Yemen’deki Husiler tarafından atılan balistik füzeler aracılığıyla Suudi Arabistan’ı korkutmaya çalışmaktadır. Ki bu durum; İran’ın Suudi Arabistan’ın tarihi ve doğası hakkında ne kadar bilgisiz olduğunu ortaya çıkarmaktadır. İran’ın genişlemesinin ve zararlarının genişleyerek bölgedeki çeşitli ülkeleri etkisi altına almasını durdurmak için güçlü bir uluslararası karşılık gerekmektedir.

ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesine karşı çıkan ülkelerin tutumu ne olursa olsun hepimiz, İran ve takipçilerinin bölgede kaos ve yıkımı yaymayı sürdürmelerini durdurmayı amaçlayan o büyük misyonu başarmak için ele ele vermeliyiz. Aslında nükleer anlaşmayı kurtarmaya çalışan liderlerde böyle yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ABD’nin anlaşmadan çekilmesinin ardından yaptığı açıklamada şunu ifade etmişti: “Nükleer faaliyetleri, 2025 sonrasını, balistik faaliyetleri, başta Suriye, Yemen ve Irak olmak üzere Ortadoğu’da istikrar gibi konuları ele alan geniş bir çerçevede ortak bir şekilde çalışacağız”

Uluslararası toplumun; yatıştırma politikasının İran’ın davranışlarını değiştirmede başarısız olduğunu açıkça görmesinin ardından 2018 ile 1938 yılları arasındaki endişe verici birçok benzerliğe dikkat çekmemiz gerekiyor. Çünkü İran rejiminin genişlemeci ve terörü destekleyen faaliyetleri ile temsil edilen ve karşı karşıya olduğumuz bu yakın tehlikeye karşı ortak ve küresel bir çözüm bulmak için tarihi derslerden yararlanmalıyız.

Seksen yıl önce küresel düzenin büyük güçleri, Milletler Cemiyeti dahil tüm uluslararası kuruluşlar ile hukuk ilkelerine olan duyulan güveni sarsan Avrupa ve Asya’daki genişlemeci güçlerin yükselişine şahit oldular. Küresel sistemi hiçe sayan, sınırlarının ötesindeki çatışmaları alevlendiren ve bölgesel hegemonyasını gerçekleştirmesine yardımcı olacak aşırı ve radikal grupları silahlandıran İran rejimi de bugün benzer bir tehdidi temsil ediyor.

İran’ın emperyalist politikaları; komşu ülke halklarını birbirine karşı kışkırtan mezhep çatışmalarında, ülkelerin meşru kurumlarını tahrip eden silahlı milis güçlerine ve kadın, çocuk, erkek demeden masum insanları öldüren terörist güçlere kadar Ortadoğu’daki krizlerin birçoğunu alevlendirerek onları besliyor.

Nereye bakarsak bakalım, bölgedeki her sorunun altında İran’ı görüyoruz. Hayır bunu Suudi Arabistanlı bir yetkili söylemiyor tam tersine bu tespit ABD Savunma Bakanı Jim Mattis’e ait.

İran’ın bu tehdidi rejimin köklerine nüfuz etmiş bulunuyor. İran anayasasında, İran, devrimini dünyaya yaymanın gerekliliğine vurgu yapılırken bu politikasını “cihad” olarak adlandırıyor. İlk günlerinden itibaren Humeyni takipçilerini hem Müslüman hem de gayrimüslim ülkelere saldırmaları için teşvik etmiştir.

2015 yılında yaptığı açıklamada İran Devrim Muhafızları Komutanı General Muhammed Ali Caferi: “İran İslam Cumhuriyeti bugün en iyi dönemini yaşıyor. Çünkü İran Devrimi sınırlarımızın dışında hızla yayılıyor. Aynı hızla devrimi yayacak yeni cepheler de açılıyor. Bu durum İmam Humeyni’nin hedeflerinin gerçekleşmeye başladığı anlamına gelmektedir” demiştir. Bu açıklama; nükleer anlaşma müzakerelerinin yürütüldüğü süreç ve İran tarafından desteklenen Husilerin Yemen’de gerçekleştirdikleri darbe ile aynı zamana denk gelmektedir. Bu da uluslararası hukuk ve normlarına ve bilhassa uluslararası toplumla arasındaki anlaşmalara saygı duymayan bir rejimin gerçek yüzünü göstermektedir.

İran rejiminin ideolojisi “Velayet-i Fakih” ilkesi üzerine kuruludur. Yani siyasi düzen, vasi kabul edilen bir fakihin velayetine dayanmaktadır. Bu ilkeye göre halk; hem dini fakih hem de en yüksek otorite sayılan kişiye sadakatini sunmalıdır. Bu kişiye tabi olması beklenen kişilerin hangi uyruktan oldukları ya da milleti oldukları devletlerin yönetim biçimi ise hiç önemli değildir. Ulus devletlerin sınırlarını aşan bu doktrin meşru hükümetlerin gücünü zayıflatmayı amaçlıyor. Bu ilke ne küresel sistemi ne de modern devlet kavramını tanımaktadır. Ancak burada sorulması gereken soru şu; Velayet-i Fakih ilkesi İran rejiminin iddia ettiği gibi gerçekten de sadece dini bir ilke midir? Eğer gerçekten durum böyle ise o zaman niçin hiç Irak’taki dini merkezlerden bir Veliyy-i Fakih çıkmıyor ve İran halkı ona tabi olmuyor?

İran rejiminin düşmanca faaliyetlerinin üzerinden geçen kırk yılın ardından bugün artık oynamakta olduğu oyunun kurallarını çok iyi öğrendik. İran, toplumların birliğini bozmak için mezhepçiliği kullanıyor. Bu da söz konusu ülkelerdeki devlet kurumlarının zayıflamasına ve çözülmesine neden oluyor. Bu aşamada devreye girerek kendisine bağlı paralel devlet yapılanmaları ya da silahlı milis güçleri aracılığyla bu ülkeleri kontrol etmeye başlıyor.

Yemen örneği

İran’ın Veliyy-i Fakih’i “Rehber” Ali Hamaney’e yakın bir isim olan İran parlamentosu milletvekillerinden Ali Rıza Zakani’nin açıklamalarını hepimiz okuduk. Zakani bu açıklamasında, Sana’nın İran’ın kontrolüne giren dördüncü Arap başkenti olmasıyla övünüyordu. Zakani’nin işaret ettiği diğer üç başkent ise Beyrut, Bağdat ve Şam’dır. Bu uğursuz açıklama; İran’ın yardımıyla meşru düzene karşı darbe yapan Husilerin Yemen’in başkenti Sana’yı işgal etmesinin hemen ardından geldi. Bu gelişmelerin sonucunda Suudi Arabistan liderliğinde Arap koalisyonu Yemen’de meşruiyeti yeniden tesis etmek için müdahalede bulundu. Aynı şekilde Zakani: “Yemen devrimi sadece Yemen ile sınırlı kalmayacaktır. Bilakis elde ettiği bu başarının ardından Suudi Arabistan topraklarına ulaşana kadar genişlemeye devam edecektir. Suudi Arabistan-Yemen arasındaki uzun sınır şeridi bu devrimin Suudi topraklarının derinlerine nüfuz etmesini hızlandıracaktır” açıklamasında da bulunmuştur.

Bugün İran ve Yemen’deki uzantılarının karşı karşıya kaldığı zorluklar ile geçmişte diğer ülkelerin içişlerine düşmanca müdahele eden rejimin karşılaştığı tepki arasındaki fark; İran’ın daha önce olması gerektiği gibi düşmanca faaliyetlerinin bedelini hiç ödemek zorunda kalmamasıdır. 25 yıl önce İran rejimi Lübnan’daki iç savaştan yararlanarak bölgedeki nüfuzunu güçlendirmekte ve barışı koruma güçlerini kovmakta başarılı olmuştu. O dönemde barış güçlerine ait bir kışlaya saldırı düzenleyerek 241 ABD askerinin ölümüne neden olmuştu.

Bölgesel ve küresel terör eylemleri

İran’ın 1996 yılında Suudi Arabistan’daki Hobar kulelerine düzenlediği saldırıda ise 19 kişi hayatını kaybetmişti. Ancak İran rejiminin bu terör eylemleri sadece bölgemizle sınırlı kalmadı. 1992’de Almanya’da yaşayan muhalefet liderlerine suikast düzenlemekten,1994 yılında Arjantin’de bir binaya bombalı saldırı düzenlemeye ve Suudi Arabistan’ın eski Washington Büyükelçisi ve hâlihazırdaki Dışişleri bakanı kardeşim Adil El-Cubeyr’e 2011 yılında suikast girişimine kadar İran bir dizi terör eylemi düzenlemiştir.

Irak savaşı sırasında savaşçılara sağladığı bomba ve patlayıcılar ise yüzlerce ABD’linin hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Irak Çalışma Grubunun yayınladığı raporlarda: “Savaşçı gruplar, ABD güçlerine karşı saldırılarında kullanacakları patlayıcı cihazları İran’dan tedarik etmişlerdir. Bu tür silahların, ABD’nin toplam kayıplarında yaklaşık % 40’lık bir oranı bulunmaktadır” ifadelerine yer verilmiştir. İran’la koordineli bir şekilde hareket eden Esed ise Suriye cezaevlerinde bulunan yüzlerce teröristi serbest bırakarak saldırılar düzenlemeleri için Irak’a nakletmiştir. Son yıllarda İran nüfuzunu ve etkisini genişleterek Irak’tan sonra Suriye, Lübnan ve Yemen’e kadar uzandı. Ve İran gittiği her yere yanında onu ölüm, terör, kaos ve yıkımı götürüyor.

Bu yıkıcı faaliyetlere karşı uluslararası toplumdan ciddi ve kararlı bir tepki gelmemesi ve Suriye’de konulan ancak kimsenin uymadığı “kırmızı çizgiler”in ihlali, İran rejiminin ABD -ve uluslararası toplumun- ellerinin bağlı olduğunu ve rejimin düşmanca faaliyetlerine karşılık kınama ifadelerinden başka bir şeye sahip olmadıklarını düşünmesini sağladı. Ancak bugün bu durum değişmiş bulunuyor. Başkan Trump’ın: “ABD artık boş tehditler yöneltmeyecektir” sözleri bu konuda ciddi olduğuna inanmamızı sağlıyor.

Suudi Arabistan’ın bu konudaki kanaati her zaman şu olmuştur: İran’ın hem mezhepçi milisleri hem de kitle imha silahları aracılığıyla bölgesine ve komşularına verdiği kitlesel zararlar görmezden gelinirken İran’ın kitle imha silahları elde etmesinin engellenmesi mümkün değildir. Gelecekte imzalanacak her anlaşmanın aynı zamanda İran’ın balistik füze programı, teröre verdiği artan finansal ve askeri destek, bölge ülkelerinin içişlerine müdahalesi gibi sorunlara da çözüm getirmesi gerekiyor.

Bugün bölgemizde şahit olduğumuz olaylar, İran’ın nükleer programı ile temsil edilen ve gelecekte yaşanacak bir tehlikeyi engellemek adına uluslararası toplumun seçtiği yatıştırma politikasının bir sonucudur. Aynı şekilde uluslararası toplum, balistik füze programı, terörü destekleme ve bölge ülkelerinin içişlerine karışma politikalarının bizi karşı karşıya bıraktığı mevcut İran tehlikesine karşı toleranslı davranmayı seçmiştir. Bugün Suudi Arabistan vatandaşları, Yemen’deki Husilerin topraklarını hedef alan İran balistik füzelerinin birkaç dakika uzağında yaşıyorlar. Şimdiye kadar yaklaşık 160 İran füzesi Suudi Arabistan topraklarını hedef aldı. Bu kabul edilemez bir durum. ABD vatandaşlarından sadece uyuşturucu çetelerinin, terörist grupların ve milislerin ülkelerinin bir başka devlet ile olan sınırlarını kullanarak roketlerle başkentlerini hedef almasını hayal etmelerini istiyorum.

Suudi Arabistan’ın temel politikası, nerede olursa olsun ve ne şekilde olursa olsun tüm şer güçlerine karşı savaşmaktır.

Biz DEAŞ ve El-Kaide gibi örgütlere ve benimsemiş oldukları radikal ideolojilere karşı tüm gücümüzle savaşıyoruz. Bu iki terörist grubun, Suudi Arabistan ve ABD’yi iki büyük düşmanı olarak gördüğüne de ayrıca dikkat çekmeliyiz. Doğrusu, Üsame bin Ladin, 1996 yılında yaptığı ilk savaş ilanında sadece iki ülkeyi yani Suudi Arabistan ve ABD’yi hedef almıştır. Terör ile savaşımız sadece bu tür gruplar ile sınırlı değildir. Bilakis Hizbullah ve Husilerde olduğu gibi mezhep ayrımı yapmadan radikalizm ve şiddeti yayan veya destekleyen tüm güçleri kapsamaktadır.

Terör, radikalizm ve şiddet ideolojilerinin takipçileri hem Suudi Arabistan’da hem de İran’da küçük bir azınlığı oluşturuyorlar. Ancak aralarındaki fark, Suudi Arabistan’da teröristler adaletten kaçarken İran’da ülkeyi yönetiyorlar.

Bu nedenle, Suudi Arabistan olarak hedeflerimizi ve etkin bir küresel ortak olarak üzerimize düşenleri gerçekleştirmek adına geleceğe yönelik olumlu vizyonumuzu hayata geçirmek için emin adımlarla ilerliyoruz. Buna karşılık, vizyonumuzun İran’ın düşmanca politikaları ve ilerleme ile kalkınma karşıtı gerici hedefleri ile tamamen ters düştüğü de çok açıktır. Ortadoğu’da yaşanan çatışmalar İran’ın iddia ettiği gibi Sünni-Şii ayrılığından değil de aradaki işte bu karşıtlıktan kaynaklanmaktadır. Bu 1979 vizyonuna karşılık 2030 vizyonu adını verdiğim iki farklı gelecek vizyonu arasındaki çatışmadır.

Suudi Arabistan’ın vizyonu; ülkelerin egemenliğine ve bağımsızlıklarına saygı duyma, barış ve istikrarı güçlendirme, herkes için ekonomik kalkınma ilkeleri üzerine kuruludur. Bu da bağlı olduğu mezhep ne olursa olsun tüm bölge ülkelerin meşru kurumlarını desteklemek anlamına gelmektedir. Biz nasıl mezhep ayrımı yapmadan terörist grupların tamamına karşı doğrudan bir savaş yürütüyorsak aynı şekilde Irak, Lübnan, Yemen, Bahreyn, Mısır veya bölgenin herhangi bir ülkesinde meşru hükümet ve kurumlarının terörün her türlü şekline karşı yürüttükleri savaşta da onlara destek olmaya çalışıyoruz. Suudi Arabistan, Irak’ta DEAŞ’a karşı meşru hükümeti desteklediği gibi Yemen’de de Husilere karşı meşru hükümeti desteklemiştir. Herhangi bir mezhep adına yapılan her türlü terör eylemine karşı savaşmak teröre karşı politikamızın temelini oluşturmaktadır.

İran rejiminin vizyonu ise bunun tam tersidir. Çünkü o başlangıçtan itibaren, Arap ülkelerindeki nüfuzunu genişletmek amacıyla mezhepçiliği, şiddet ve nefreti bir araç olarak kullanan ve yaymaya çalışan genişlemeci bir güç olarak doğmuştur. İran rejiminin neden olduğu yıkım sadece bölge ülkelerini değil İran halkını da kapsamaktadır.

Suudi Arabistan ile 1979 devriminden itibaren İran’ı karşılaştırdığımızda, Suudi Arabistan’ın tüm kalkınma göstergelerinde ve yaşam standartlarında ilerleme kaydederken İran’ın gerilediğini görürüz.

Örneğin; Suudi Arabistan’da kişi başına düşen milli gelir 1978 yılında 2 bin 300 dolar iken bu oran günümüzde yaklaşık on kat artarak 22 bin dolardan fazla olmuştur. İran’da ise kişi başına düşen gelir yarısından fazla bir düşüş yaşayarak 4 bin dolara bile güçlükle ulaşmıştır.

Kırk yıl önce Suudi Arabistan ve İran ekonomileri neredeyse aynı büyüklükte yani yaklaşık 80 milyar dolardı. O günden bugüne Suudi Arabistan’ın GSYİH artarak yaklaşık 700 milyar dolara ulaştı. Bu rakam günümüzde İran’ın GSYİH’in iki katıdır.

Suudi Arabistan’da vatandaşların İran vatandaşlarına göre iş bulma olasılılıkları %34.4 oranında artarken suçlanarak cezaevine girme olasılıkları da %45 oranında azalmıştır. Aynı şekilde Suudi Arabistan vatandaşlarının yaş ortalaması da İran vatandaşlarından dört yıl daha fazladır.

İran’da rejim Twitter, Facebook vb. sosyal medya platformlarının kullanımını sürekli bir şekilde yasaklerken Suudi Arabistan vatandaşlarının tüm dünya ile iletişim kurması ve dünyanın da onlarla iletişim kurması için tüm sosyal medya ağlarını kullanma özgürlükleri bulunuyor.

Şüphesiz İranlı yetkililer kötü performansları ile ilgili olarak kendileri hariç herkesi suçluyorlar. Sızlanarak bu halde olmalarının nedenin Batı’nın uyguladığı ekonomik yaptırımlar veya İran-Irak savaşının etkileri olduğunu iddia ediyorlar. Bu bahaneleri çürütüldüğünde ise hemen yeni bahaneler üretmeye başlıyorlar.

İran’ın kalkınmada başarısız olduğu inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Ve iki ülke arasındaki fark çok açıktır. İran rejimi yerinde saymaya ve kaynaklarını bölgede ölüm, kaos ve yıkımı yaymak için harcamaya devam ederken Suudi Arabistan’ın dönüşüm, reform ve kalkınma sürecini hızlandırması ile aradaki bu boşluk daha da genişleyecektir.

Çünkü İran rejimi şiddet ve terörden başka bir dil bilmiyor. Durum böyle iken İran Dışişleri Bakanı Twitter’daki İngilizce tweetleri ve Facebook’taki paylaşımları ile umutsuzca ülkesi hakkında ılımlı bir portre çizmeye çabalıyor. Ülke içinde ise rejim ılımlı mesajlar vermeye cesaret edemiyor. Çünkü meşruiyetini fanatizm ve radikalizmden alan bir rejim için içerisinde ılımlılık ve reform barındıran mesajlar sadece Batı’ya yaranmak için gereklidir.

Bu riyakârlık ve ikiyüzlülük hali sadece Dışişleri Bakanı Zarif’in davranışları ile sınırlı değil. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de, bugün İran’da yönetimi ele geçirmiş olan “Radikaller” yerine bir gün “Reformcular”ın yönetime geleceğinden bahsederek dünyayı kandırmaya çalışıyor. Oysa Ruhani’nin kendisi de bu baskıcı ve tutucu düzenin bir parçası. Ruhani, 1989 yılından 2005 yılına kadar İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreterliği görevinde bulundu. Bu konsey; İran’ın suikast ve elçilik binalarını hedef alan bombalı saldırılarını denetlemektedir. 2013 yılında cumhurbaşkanlığına adaylığını olan Ruhani’de yine aynı telden çalmaktan kaçınmamıştır. İran rejimine bağlı Mehr haber ajansının haberinde yer aldığına göre Kerec şehrinde düzenlediği bir miting sırasında Ruhani: “ ‘ABD’ye ölüm!’ söylemini pratiğe dökecek bir yoruma ihtiyacımız var” ifadesini kullanarak İranlı kitleleri kışkırtmayı amaçlamıştır.

Hatta eski bir ABD hükümet yetkilisinden İran Dışişleri Bakanı Zarif’in görüştüğü herkese gizlice Devrim Rehberi’nin “gerçeklerden kopmuş olduğunu” ve Rehber Hamaney’in vefatının ardından Reformistlerin yönetime gelmesi için ABD’nin kendilerine destek olması gerektiğini fısıldadığını duydum. Zarif’in bu iddiaları gerçek olmaktan çok Batılı güçleri yatıştırmaya ve onları reformist olarak nitelenen güçler nüfuzlarını arttırana kadar İran ve düşmanca tutumları ile yüzleşmeyi ertelemeye ikna etmeye yönelik aldatıcı bir stratejiden ibarettir.

Bu nedenle İran rejimini ele alırken araç ve sürücüsü arasında ayrım yapmamız gerekiyor. Çünkü bugün İran’da aracın gerçek sürücüsü ne Zarif ne de onun gibiler değil de Kasım Süleymani vb. askeri liderlerdir. ABD’li bir dergide yer alan habere göre Süleymani, 15 yıldır Kudüs Tugayına komuta ediyor ve İran devrimini ihraç etmekten, teröristleri desteklemekten, İran’ın dışarıda yürüttüğü savaşları alevlendirmekten sorumludur. Aynı şekilde Süleymani propaganda ve reklam konusunda tam bir uzman. Ortadoğu’nun satranç tahtasının efendisi olduğuna herkesi ikna etmek için kendisini bölgede yürüttüğü savaşların meydanlarında savaşırken gösteren fotoğraflar yayınlamaktan kaçınmıyor. İşte İran liderlerinin gerçek yüzü budur.

Eğer Ruhani ve Zarif gerçekten de iddia ettileri gibi ılımlı veya reformcu ya da gerçektende dizginleri ellerinde tutuyor olsalardı bugün İran’da şahit olduğumuzdan çok daha farklı sonuçlara şahit olurduk. Ruhani’nin Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesinin üzerinden beş yıl geçmesinin ardından Batı’nın onu güçlendirmek için takip ettiği yatıştırma politikasının İran halkına hiçbir hayrı olmamıştır.

Nükleer anlaşma sonucunda İran 100 milyar dolardan fazla finansal yardım elde etmiştir. Ancak İran’ın bir sonraki yıllık bütçesini gözden geçirdiğimizde bu yardımların ne okul ne de yol ve hastane yapımında kullanılmadığını görürüz. Bunun sonucunda bu yıl, yaşam standartlarının iyileştirilmesini ve ülkelerinin kalkınmasını talep etmek ve nükleer anlaşmadan elde edilen finansal desteğin nereye harcandığını sorgulamak üzere sokaklara inen İran vatandaşlarının bu tepkisi hiç şaşırtıcı değildir. Nükleer anlaşmanın imzalanmasından sonra Devrim Muhafızları ile Kudüs Tugayı’na tahsis edilen bütçede büyük oranda artışlar görülmektedir. İran’ın resmi mali bütçelerine ilişkin mevcut veriler 2014 -2017 yılları arasında savunma bütçesinin %71 oranında artarak 9.29 milyar dolardan 15.9 milyara yükseldiğini ve yine aynı veriler geçen yıl bu bütçenin 19 milyar dolara ulaştığını ortaya koyuyor.

İran halkı uygar, kültürlü, sahip olduğu köklü tarih ile gurur duyan ve daha iyi bir hayat ve gelecek gibi hepimizin hayal ettiği şeyleri talep eden bir halktır. Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın –Allah O’nu korusun- işaret ettiği gibi nükleer anlaşmanın imzalanmasından beri İran rejimi ülke içerisinde sivil veya kalkınma amaçlı hiçbir büyük projeye yatırım yapmamıştır.

Tarih bazen tekerrür eder. Bu nedenle bugün tarihin akışını değiştirmekte ve 1938 yılında bütün bir neslin karşı karşıya kaldığı acıları tekrar yaşamamak için gerekenleri yapmakta başarısız olursak gelecekte 2018 yılı hakkında tarihçilerin neler söyleyeceklerini çok merak ediyorum.

Seksen yıl önce Münih’te Batı’nın yatıştırma politikasının ve verdiği tavizlerin Nazi Almanya’sının genişleme arzularının önünü kesmede başarısız olması gibi bugün dünya yine iki seçenekten birini seçmek zorundadır. Ya suçlu bir rejime karşı yatıştırma ve taviz verme politikasını kullanacak ya da bu genişlemeci kötü güce karşı kararlılıkla karşı koyacak.

Bugün tarihten ders almayanlar, bölgenin sorunlarına hiçbir çözüm getirmeyen nükleer anlaşmayı koruma çabaları çerçevesinde bizden İranlılara bölgenin tamamında istedikleri gibi at oynatmalarına izin vermemizi öğütlüyorlar. Ancak en akıllı ve son etapta en etik olan yaklaşım, İran’a tutumunu hemen düzeltmesi için baskı yapmak ve onunla yüzleşmektir.

Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın defalarca vurguladığı gibi, saldırgan güçlere karşı koymak kısa vadede belki de büyük maliyetlere neden olabilir ama aynı zamanda bu politika ciddi tehditlerin daha ölümcül ve kanlı çatışmalara dönüşmesini engelleyecek tek gerçek stratejidir. Yine Veliaht Prensin son Paris gezisinde Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile düzenledikleri basın toplantısı sırasında ifade ettiği sözleri burada yinelemek istiyorum: “Dünyayı İkinci Dünya Savaşı’na sürükleyen 1938 anlaşmasının neden olduğu hataya tekrar düşmeyeceğiz.”

Bu yatıştırma politikasını sürdürmek bölge ülkelerinin uluslararası hukuk ve normlara olan güvenini sarsacaktır. Çünkü o zaman bölge ülkeleri, uluslararası toplumdan hiçbir tepki görmeden, silahlı milis güçlerini vekâlet savaşlarında kullanmanın etkili bir dış politika aracı olabileceğini idrak edecekler. Ülkelerin değişmesinden, bölgemizi ve dünyanın daha kötü bir duruma sürüklenmesine neden olabilecek bu yeni durum ile uyum sağlamalarından endişe duyuyorum.

Başkalarını sorumlu tutarak ve işlerin daha iyi olacağını umarak elimiz kolumuz bağlı bir şekilde duramayız. İran rejimini ve tüm düşmanca tutumlarını durduracak kararlı ve katı bir politika izlemek; İran rejimini sadece sözle yetinmeyip harekete geçmeye iterek bu düşmanca davranışlarından vazgeçmeye zorlayacaktır.

Tüm dünyanın İran rejimine karşı bu ciddi ve kararlı mücadelemizde bize katılması gerekiyor. İran rejiminin uluslararası hukuku ihlal etmeyi ve komşularının işlerine karışmayı sürdürmesi durumunda bedel ödeyeceğini bilmesi gerekiyor. Bir yandan diplomasinin gücünü ve etkinliğini garanti altına almak için tüm seçenekleri “masada” tutmaya özen gösterirken diğer yandan İran rejimine ekonomik ve politik yaptırımlar uygulanmalıdır. Yemen, Irak ve diğer ülkeler İran’ın terörist uzantıları ile savaşırken bizim de bölge ülkelerindeki meşru kurumlara her türlü desteği sunmamız gerekiyor.

Sadece bu yol ve yöntem bölgenin tamamında kalkınma, gelişme ve ilerlemenin önünü açacaktır. Suudi Arabistan devleti de kötülüğe karşı olan bu mücadeledeki rolünü kararlılıkla sürdürecektir.

Tek ihtiyacımız olan şey bu hedefi gerçekleştirmemize yardımcı olacak olabildiğince çok ortağa sahip olmaktır.