Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

İran’ın Pakistan ve Suriye arasındaki seçimi | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

İran’ın güneybatısında yer alan Ahvaz’daki askeri törene yönelik düzenlenen ve onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırının üzerinden yaklaşık bir hafta geçti. Geçen zamana rağmen hala saldırının asıl sorumlusu hakkında bir görüş birliğine varılamadı. Böylesi durumlarda komplo teorileri öne çıkar ve bununla övünülür.

İranlı yetkililer, farklı yabancı güçlere suçlamalar yöneltiyor ve suçlamaya hedef olan ülkeler arasında Hollanda ve Danimarka da bulunuyor. Bilmiyorum, Birleşik Krallık, Büyük Şeytan ve onun müttefiklerini belirtmeye gerek var mı? İran rejiminin muhalifleri ise saldırının planlaması ve uygulamasının faillerinin İran topraklarını henüz terk etmediğini düşünüyor.

Burada kafa karışıklığına sebep olan şu: Çelişkili tüm yorumlar için yeterli gerekçeler, kolaylıkla bulunabilir.

Hollanda ve Danimarka, Tahran rejimine muhalif olan onlarca Ahvaz eylemcisi için siyasi sığınma hakkı sunmuştu ve bu isimlerin en bilineni siyasi eylemci Ahmed Molla Nisi idi. Bu adam geçtiğimiz Ekim ayında Hollanda’da suikasta uğradı. Hollanda polisi ise onun ölümünden İran’a bağlı suikast ekiplerini sorumlu tuttu.

Öte yandan Danimarka da 2016 ve 2017 yıllarında mollalar rejimine muhalif sürgündeki kimselerin ve kuruluşlarının düzenlediği en az iki sempozyuma ev sahipliği yaptı. Son aylarda ise hem Washington hem de Londra, Tahran’ın ayrılıkçı muhalif topluluklar olarak adlandırdığı grupların konferanslarına ev sahipliği yaptı.

Bununla birlikte saldırının tamamen içeriden olduğu yönündeki iddia, önemli bir takım soru işaretleri barındırabilir: Irak’tan geldikleri varsayımına göre hareket edilirse saldırganlar, İran sınırlarını kimse tarafından fark edilmeden nasıl aşabildiler? Silahlarını askerî gösteri alanı ile sadece 20 metrelik bir mesafede bulunan bahçede nasıl saklayabildiler?

Resmi askeri tören alanının bu tür faaliyetlerde her zaman olduğu gibi gösteri başlamadan önce alışıldık güvenlik denetimlerine tâbi tutulmadığına nasıl inanabiliriz?

Silahlı saldırıya uğrayan gösteride hazır bulunan askerî, siyasi ve dini isimlerden herhangi birine neden zarar verilmedi de yalnızca askerler ve siviller hedef alındı?

Askeri törene katılan askerler, niçin şarjörü boş tüfekleri aldılar?

Neden gösteriden sorumlu subay, saldırganlara ateş açmak için askerlere emir vermeden önce bir rivayete göre 5 başka bir rivayete göre tam 10 dakika bekledi?

Şüphe yok ki bu bahsi geçen kusurların tümünün İran’daki güvenlik ve askeri kurumların farklı kolları arasındaki iletişimsizlik ve yetersizlikten kaynaklandığı söylenebilir.

İran rejiminin propagandası, İran halkının sıradan özgürlüklerden faydalanmasa da güvenliğin getirdiği özgürlükten faydalandığını ön plana çıkarır. İranlıların teşekkür etmesi ve minnet duyması gerekir zira Ortadoğu bölgesinin dört bir yanına yayılan şiddet olgusuna karşı emniyetli bir durumun nimetlerinden yararlanıyorlar.

Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, kendisine ülkedeki ekonomik çöküş ve temel özgürlüklerden yoksunluk gibi meseleler hakkında zorlu sorular yöneltildiğinde, “Nasıl yani? İran’ın Suriye gibi mi olmasını istiyorsunuz?” sorusu ile karşılık veriyor. Ahvaz saldırısı, İran’daki hâkim rejimin hikâyelerinde pek çok dokusal gediği ortaya koydu.

İran halkı şimdi şunu sorguluyor: Rejim güvenliği sağlamaktan bile aciz iken biz neden temel özgürlüklerin olmamasına ses çıkarmayalım? Bu sorgulamaya yönelik yaklaşımları bir kenara bırakalım; bir kere ortaya atılan soru yerinde değil. Çünkü en basitinden güvenliğin olmadığı yerde özgürlük yoktur; özgürlüğün olmadığı yerde de güvenliğin anlamı yoktur.

Bizzat İran rejimi bile pek çok soru ortaya atıyor:

İran emniyeti, özel olarak tehdide maruz kalamaz mı? Öyle ya hâkim rejim, çevresindeki başka ülkelerin işlerine burnunu sokuyor! Dış politikamız, İran’dan hoşnutsuz pek çok düşman yaratırken daha fazla düşmanlık ve nefretle karşılaşmamayı nasıl bekleyebiliriz?

En basitinden Suriye’ye 80 bin İranlı savaşçıdan oluşan bir ordu gönderiyoruz ve bunlara, Suriye halkını katletmek gibi açık bir sorumluluk yükleniyor. Bunun karşılıksız kalması mümkün mü?

Büyük ölçüde nefret ve hor görme ile karşılaşmadan egemen Lübnan devleti içerisinde silahlı bir devletçiği yönetebilir miyiz?

Ülkelerinin içişlerine yönelik acımasız ve cüretkâr İran müdahalelerinden sonra Irak halkının buna rıza gösterip gülümsemelerini mi bekliyoruz?

İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, ‘bu bizim tercih ettiğimiz bir seçenek’ diyerek İran rejiminin terörü ve örgütlerini korumayı da içeren aşırılık yanlısı politikalarını aklamaya çalıştı. Çoğunluğun vicdanı ile kimi kastediyor veya kararı tam olarak kim alıyor, belli değil. Gerekçesi şöyle: İran, sıradan bir ulusal devlet olursa ve uluslararası toplumda yasalar, sözleşmeler ve anlaşmalara bağlılık bakımından sorumlu bir üye gibi davranırsa büyük gazetelerin haber başlıklarında adı geçmeyen ‘başka bir Pakistan’ olmaktan öte geçemez.

Ona göre Pakistan, nüfus bakımından İran’ın iki katı ve hâlihazırda nükleer silah gücüne sahip ancak buna rağmen hala uluslararası siyasette kayda değer bir ağırlığı yok. Bakın, radikal politikaları sayesinde kayda değer etkin bir güç haline gelen İran öyle mi?

O bunu söylüyor; gerçekler ise şunu: İslam Cumhuriyeti, sorun yaratıcı evet, ama mevcut olayların büyük planında cılız bir etkiye sahip.

Nitekim mevcut durumda Suriye’deki varlığı ve etkisi, Rus varlığı ve etkinliğine oranla ‘penaltı vuruşuna’ benzer bir hale geldi. Rolü o kadar daraldı ki Suriye krizine dair önemli karar aşamalarından uzak tutuluyor.

Irak’ta İslam Cumhuriyeti, Irak halkının düşmanlığını kazanmayı başardı. Hatta yakın zamana kadar tam anlamıyla İransever olan Şiilerin bile.

Yemen’de Tahran mollalarına bağlı Husi tayfa, kendi elleri ile yaptığı kapana sıkışan bir fareye dönüştü. İşin aslı Humeynici ideoloji, açıklarının ortaya çıktığı ve günlük ve somut planda saçmalıklarının göze battığı bir zamanda artık popüler bir ihraç ürünü olmaktan çıktı.

Ruhani, İran’ı başka bir Suriye olmaktan korumak istediğini iddia ediyor. Dışişleri Bakanı da ülkenin Pakistan’ın karşılaştığı sonla karşılaşmasını önlemeyi arzuluyor.

Sayın Ruhani, Suriye dramının geniş bir bölümünün, aslında halkı tarafından kenara itilen Suriye diktatörüne sağladıkları hatalı ve büyük destekten kaynaklandığını unutuyor.

Sayın Zarif de ABD Başkanı Donald Trump’ın hararetli tweetlerinde Pakistan adının İran kadar geçmediğini gözden kaçırıyor. Aslında Pakistan, pek çok düzeyde ve alanda İran’dan çok daha iyi bir durumda. Nitekim Pakistan’ın ekonomisi, İran’ın ekonomisinden iki kat daha hızlı büyüme gerçekleştiriyor. Aynı şekilde Pakistan’ın para birimi de hızla düşüşe geçen İran riyaline kıyasla değerleniyor.

Terörle suçlanan 63 kişiyi bir kenara bırakırsak Pakistan’da siyasi görüşten veya düşünceden ötürü hüküm giyen kimse yok. İran’da ise bu tür suçlardan hüküm giyenlerin sayısı resmi rakamlara göre 5 bine yakın.

Sözü toparlamak gerekirse, İran’ın tercihlerini yeni bir Pakistan veya başka bir Suriye olmak arasında sınırlandırmanın ne faydası var? Hâlbuki basit ve kolay bir başka seçenek daha mevcut: İran, İslam Cumhuriyeti’nin dayandığı zayıf kimlikten tamamen sıyrılıp yeni bir İran olabilir!