Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

John Simpson Şarku’l Avsat’a konuştu: Ne kadar savaş gördüysem savaştan o kadar tiksindim | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Londra’nın Marylebone semtindeki Landmark Otel’in kafesindeki garson beni onun her zaman oturduğu köşedeki masaya götürdü. 70’lik zevk sahibi bir İngiliz. Önünde duran MacBook beni şaşırttı. Bir makale okuyordu. Beni tebessümle karşıladı. Selamlaşmadan sonra otomatik olarak bir konuşmacı rolüne büründü ve benim ona soru sormak için gelmiş biri olduğumu unutuverdi. Sonra kendine geldi ve şöyle dedi: Görüşmeleri yönetmeyi tercih ederim. İnsanların hikâyelerini ve gerçekleri belgelemek benim tutkumdur.

John Simpson’a göre gazetecilik bir meslek değil; bir çağrıya kulak vermek. 15 yaşındayken George Orwell’in 1984 romanını okumuş ve hep anı kampında olacağına ve gerçekler ile tarihi kamu kayıtlarına yazmaya dair bir karar almış.

Başladığından beri ismi BBC ile anılıyor. 52 yıllık serüveninde 120’den fazla ülkede maceralara atıldı ve ekranlara 47 savaşın görüntülerini yansıttı. 10 kez ölümün kıyısından döndü. Irak’taki bir patlamada ekibinden biri gözleri önünde can verdi. Yaşı ilerledikçe savaştan o kadar nefret etti. Bununla birlikte korkunç deneyimlerinin onu kontrol etmesine ve anılarını esir almasına izin vermiyor.

Bana çador giyerek Afganistan’a nasıl sızdığını ve Sabra ve Şatilla katliamını nasıl ortaya çıkardığının ayrıntılarını anlattı. Beyrut’un kenar mahallelerinde idam edilmesi yönünde atılan yanlış bir adımı hatırladığında sanki oradaymışım gibi hissettim. Ona dünya liderleri ile yaptığı röportajları sorduğumda Mandela’yı ve Kral Hüseyin’i överken Humeyni’yi yerdi; Kaddafi’yi de deli olarak nitelendirdi.

Diplomat bir gazetecinin ve dikenli konuların habercisinin serüveni anlatmakla bitmez. Bununla birlikte onunla bir görüşme bana gazeteciliğe açılan bir pencere sundu. En önemlisi de siyasetin insanileştirilmesi idi.

Röportajın devamı;

Onlarca savaşa tanık oldunuz ve İngiltere’nin ve dünyanın en önemli savaş muhabirleri arasına katıldınız. Hedefiniz bu muydu?

– Kendimi savaş muhabiri olarak görmüyorum. Ben diplomasi muhabiriyim ve yolumun savaşlara doğru saptığı oluyor. 52 sene BBC’de çalıştım ve 47 tane savaşı kayıt altına aldım. Ben kendimi daha çok siyasete ilgili bir kişi olarak görüyorum. Savaşlar, siyasetin en çirkin yüzleridir. İşte bunun için o savaşlara tanık oldum. Birçok kişi savaş meydanına girmekten hoşlanmıyor ama ben buna karşı çıkıyorum. Ben, Martin Bell (bir İngiliz savaş muhabiri) ve daha başkaları bu sorumluluğu yüklendik. Benim görevim savaştan devrime kadar olan biten her şeyi kayıt altına almaktır.

İngiliz savaş muhabiri Clare Hollingworth savaşlara giderken sırt çantasına çorap ve diş fırçasından başka bir şey almazdı. Siz yanınıza ne alıyorsunuz?

– Clare benden daha düzenli. Paketlediğim eşyalar oldukça fazla. Her zaman bir müzik çalar ve büyük bir kitap alırım. Gazeteci kendisini neyin beklediğini bilemez. Mesela tutuklanabilirsiniz. Eğer yanınızda okuyacağınız bir kitap yoksa işler daha da korkunç hale gelir. Ben çoğunlukla diş fırçamı hatta çoraplarımı almayı unuturum. Ama müziği ve kitabı unuttuğum görülmemiştir.

‘Savaş ve Çekişme Hakkında Konuşmayı Yeğledik’ adlı son kitabınızda savaşları kirli savaşlar, vesayet savaşları vd. şeklinde sınıflandırıyorsunuz. Sizce bugün savaş kavramı değişti mi?

– Clare Hollingworth ve Martha Gellhorn (20.yüzyılda çalışmış bir savaş muhabiri) zamanında çekişme büyük güçler arasındaydı. Bu durum Suriye ve diğerlerinde şimdi de farklı değil. Nitekim büyük güçler kendilerine ait olmayan topraklarda bir ideolojiyi, dini bir düşünceyi veya siyasi gündemi destekleyerek çekişen taraflara para ve silah yardımı yapıyor. Bence değişen, kuvvetlerin doğrudan savaşması olgusudur. Bunun son canlı örneği, Saddam Hüseyin’in 1980 yılında İran’a saldırmasıydı.

2016 yılında BBC’deki Panorama programında özel bir bölüm yayınladınız ve Amerika’nın Donald Trump yönetiminde yalnızlaşacağına dair öngörülerinizi dillendirdiniz. Bu yılın başında düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı’ndan hareketle bugünkü sahneyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan diplomasinin öldüğü sonucu çıkar mı?

– Bana kalırsa diplomasi hakkındaki bu çıkarım isabetsiz. O elimizde kalan tek şey. Bizi felaketlerden kurtaran can simidi. Diplomasinin sesi bazen kısılabilir ama asla kaybolmaz. 52 sene boyunca 47 savaşı kayıt altına aldıktan sonra savaşlar beni daha da öfkelendirir oldu ve bu öfke yaş ilerledikçe savaşlara olan nefretimle doğru orantılı olarak artıyor. Bu öfke bunca yıllık iş hayatımda hiç erişmediği bir noktaya erişti.

Kaç defa ölümle burun buruna geldiniz?

– Bunu belgeledim. 2016 yılında böbrek yetmezliği nedeniyle hastaneye yatırıldım. Şansım varmış, iyileştim. Hasta yatağında birkaç gün geçirdim. Hastane odasında kaç defa hayatımın elimden gitmek üzere olduğunu düşündüm. Böbrek yetmezliği, ölümün onuncu denemesiydi. Ölüm bana gerçekten değdi. Oradan oraya uçan kurşunlar ne ki; bir tanesi yanımdaki duvarı deldi. Sadece canlı mermiler de değil; bombalar, bıçaklar ve gerek Kuzey İrlanda’da gerek İran’daki gruplar tarafından fiziksel saldırılar da oldu. Üç defa Lübnan’da ve diğerlerinde de aynı şeyi yaşadım. Tam anlamıyla gözlerimle idrak ettim. Açıkçası bu bilinç, kişinin öngördüğü bir korku ve kafa karışıklığı derecesinde değil.

Öyleyse ekibinizden birinin kaybını en dehşetli şey olarak mı görüyorsunuz?

– Tam olarak öyle. 2003 yılındaki Irak savaşında genç tercümanımı öldürdüler. O hayatını kaybettikten sonra artık yaşamak için bir sebep görmüyordum. En yakınımda duruyordu. Bomba parçaları bedeninin alt kısımlarına isabet ettiğinde ayaklarını kesti ve hayatını bitirdi. Parçalar benim de ayaklarıma isabet etti ama benden hayatımı istemedi. Bu hiç adil değildi.

Travma (TSSB) yaşadınız mı?

– Yok, zannetmiyorum. Bununla yüzleşen arkadaşlarım var o yüzden bunun gerçek bir hastalık olduğunu biliyorum. Bunu kabul ediyorum. Ama ben yaşamadım. Çok zor deneyimler yaşadığımı ve beni kesinlikle etkilediğini inkâr etmiyorum. Beni terk edeceklerine de inanmıyorum. Bazen yaşadığım olaylar bana kendilerini hatırlatıyorlar. Ama bu acı vermiyor sadece anı olarak beliriyor. Bir keresinde 80’li yıllarda yaşanan iç savaşta Beyrut’un kenar mahallelerinden birinde yanlışlıkla idam ediliyordum. Bu, bugüne kadar ayrıntıları ile hatırladığım en güçlü anı. O anda tabancanın boş olduğundan emindim ama ölümü iliklerime kadar hissettim. Bana zorla diz çöktürdüler ve bir genç boğazıma tabanca dayadı. Tüm ayrıntıları ile hatırlıyorum. Bakışlarım sigara izmaritlerinin saçıldığı kumlu zemine takıldı. Bu berbat görüntü gözlerimi kaplayan son görüntü idi. O anda tetiğe bastı. Tabanca zaten boştu. Etrafımdaki herkes gülerken ben kızgındım. Ne yalan söyleyeyim o hatıralar zihnime kazındı. Ancak beni yönetmiyorlar. Önemli olan da bu.

– Biri ile görüşmek ya da röportaj yapmak ister misiniz?

Görüşmeyi ve sorular sormayı yeğlerim. Cevap veren kişi olmak hoşuma gitmiyor.

Bunun sebebi, kendi deneyimlerinizi anlatmak yerine hikâyeleri dinlemeyi tercih etmeniz olabilir mi?

– Evet. Ben konuşmayı çok sevmiyorum. Konuşmayı seven insanların yanında olduğumda sözü onlara bırakırım ve kulak veririm.

Şöyle bir sözünüz var: “Gazetecilik bir meslekten ziyade çağrıya kulak vermektir.” Öyleyse neden gazeteci oldunuz?

– Gazetecilik, meslek olmak için yeterli bir kurum değil. Ben soylu amaçlarla gazeteci olmayı seçtim. Bununla birlikte gazetecilik ve soyluluk terimlerini aynı cümlede kullanmak bana gülünç geliyor. 15 yaşımdayken George Orwell’in 1984 adlı romanını okudum. Harika bir kitaptı. Bu kitap beni belgeleri, basılı yayınları ve anıları yok ederek gerçeği silebileceğimiz sonucuna götürdü. Bunun için ne yolla olursa olsun bunu engellemeye çalışanların yanında değil daima anı karargâhında bulunmaya karar verdim. Önemli olan gerçekleri ve olayları kamu kayıtlarında belgelemek ve insanların gerçekleri olduğu gibi dile getirmesidir. Bunun bir örneği Çin’de yaşandı. Nitekim Pekin Hükümeti, yıllarca Tiananmen Meydanı’ndaki katliamı inkâr etmeye çalıştı. O sırada oradaydım. Kıyımı kendi gözlerimle gördüm. Bunun için ne zaman Çinli bir siyasetçi ile görüşsem her ne kadar bunu sormak bazı sakıncalar doğursa da katliam hakkında sorular sordum. Kendimize gerçekleri unutturmamalıyız.

Son kitabınızda Nelson Mandela’nın görüştüğünüz en güzel insan olduğunu yazmışsınız. Bize bu görüşmeden bahseder misiniz?

– Nelson Mandela benim görüştüğüm en değerli insan. Bu görüşüm bayağı belki ama gerçek bu. Değerini, alçakgönüllülüğü ve insaniyetinden alıyor. Doğaldı ve aklıma gelen her şeyi çekinmeden sorabilmem için bana yol açtı. Ona Güney Afrika’daki yolsuzluk hakkında bir soru yönelttim. Bu hassas bir konuydu ama o buna tüm açıklığıyla cevap verdi. O dönemde bazı bakanlarının yolsuz olduklarını kabul ederken çok açık yürekli ve dürüsttü. Bu özellikleri çoğu zaman yöneticilerde göremiyoruz.

Hafızanızda yer edinen görüştüğünüz başka kimler var?

– Seneler içinde birçok kişi ile görüştüm. Bazıları şaşırtıcı idi bazıları değil. Beni kişinin gerçekle olan ilişkisi çeker. Bu ilişki, ciddi bir kişilik ile sadece kendini savunma derdinde olan siyasetçiyi birbirinden ayıran şeydir. İngiltere Başbakanı iken Margaret Thatcher ile çok görüştüm. Kendisiyle konuşmak çok zordu. Aynı zamanda oldukça zeki ve kültürlü idi. Onun yanında hata yapma şansı yoktu çünkü sizi düzeltirdi. Onu insan olarak çok sevmiyordum ama ilgimi çekiyordu. Birçok Arap yönetici ile de görüştüm. Aralarında Beşşar Esad da vardı.

Beşşar Esed hakkında ne düşünüyorsunuz?

– Onunla 2006 yılında yani savaştan seneler önce görüştüm. O zaman bana Suriye’nin başkanı olmaktan ziyade Kuzey Londralı bir göz doktoru olarak gözüktü. Ona zorlu birçok soru yönelttim. Hepsine de cevap verdi. Ekip ve yapım arkadaşlarım bu cüretkâr sorulardan ötürü oldukça endişeliydi. Özellikle de ona ülkeyi yöneten ilk adamın kendisi mi kardeşi mi yoksa amcası mı olduğunu sorduğumda. Beşşar Esad ile şimdi görüşsem konuşmanın seyri başka olurdu. Ona savaş hukukunu çiğneyerek işlediği çirkin eylemleri ve modern tarihte vatandaşlara yönelik benzeri görülmemiş düşmanlığı sorardım. Beşşar bu günahın yükünü taşıyor.

Arap liderlerden başka kiminle görüştünüz?

– Muammer Kaddafi ile defalarca görüştüm ve her seferinde onun bir deli olduğuna kanaat getirdim. Şimdi bile onca sene nasıl başta kalabildiğini anlayamıyorum. Düşünceleri değişik ve deli saçması idi. Kral Abdullah b. Abdülaziz ile de görüştüm. Keskin zekâlı biriydi. Görüşme gerçekten güzeldi ve bittiğinde rahatlamış ve mutlu hissettim çünkü onunla görüşme fırsatı elde etmiş olmak beni memnun etti. Bir siyasinin gazetecide böyle bir etki bırakması nadirdir. Ürdün Kralı Abdullah ile olan o güzel görüşmeyi unutamam. En sevdiğim görüşmem kesinlikle merhum Kral Hüseyin b. Talal ile olandı. Bunun birçok sebebi var. O büyüleyici bir insandı ve çocuklarına da bu özelliği miras bıraktı. Listede sürekli değişen Lübnanlı başbakanlar da var. Benim İran’a da özel bir ilgim vardı. Ne yazık ki bugün BBC Farsça kanalının faaliyetleri, Tahran Hükümeti’ni endişelendirdi ve bu kanala bağlı herhangi bir gazeteciye İran’a yolculuk yasağı koydu. Ama ben oraya gitmeme izin verileceğini umuyorum. Ben ki medeniyete daldım, Farsça öğrendim ve Humeyni ile görüştüm.

Humeyni hakkındaki görüşünüz nedir?

– Humeyni, geçmişe takılı kalmış. Onun tek derdi Şah, babası ve o zamanda Batı’nın İran’da oynadığı rol. Diğer tutkusu da Saddam Hüseyin ile savaşmaktı. Bunlar haricinde hayatı boştu. Kendisi ile konuşanlara hep belirli bir mesafedeydi ve herhangi bir ilişkiyi reddediyordu. Onun ardından gelen Rafsancani’nin bir mizah anlayışı vardı ve küresel gerçeklere daha vâkıftı. Onunla röportaj yapmak çok daha keyifliydi.

ABD başkanları hakkında ne düşünüyorsunuz?

– Ben Amerikan meselesi ile pek ilgilenmedim. BBC’nin orada büyük bir ofisi ve kadrosu vardı. Bu yüzden benim oraya gitmeme gerek kalmadı. Bununla beraber Bill Clinton ve Baba George Bush gibi birçok lider ile görüştüm. Obama ile de görüştüm. Çok zeki olmasına rağmen bir ağırlığı yoktu. Benim dostluğumu kazanmak için çok uğraştığını hissettim. Onun başkanlığının ilk dönemlerinde coşkuya kapılmayan azınlık arasındaydım. Şüphesiz ki düzgün birisi ama bence iyi bir başkan değil.

BBC genellikle güvenilirliğini ortaya koyarak haberi ilk yayınlayan kurum olarak biliniyor. Kurum nadiren bir basın yarışına giriyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

– Kurum yalnızca bir habercinin ortaya koyduğu hikâyeleri yayınlamayı sevmiyor. Haber başka bir gazete ve platform tarafından aktarıldığında bir tür ferahlık hissediyor. Mesela 1982 yılında Lübnan’daki Sabra ve Şatilla Katliamı. Ben ve BBC’den bir arkadaşım onu ilk ortaya çıkaranlardık. Parçalanmış onlarca cesedin parçalarını ve görüntülerini kaydedebilmiştik. BBC, bu haberi yayınlayan tek kurum olarak mutlu olmadı. Ne zaman ki Reuters de haberleri yayınladı o zaman rahatladı. Kurumun verdiği mesaja ve haberleri titizlikle yayınlamasına her zaman itibar ediyorum ama aşırı dikkat beni bazen sinirlendiriyor. Örneğin; Irak’taki son görevlerimden birinde küçük bir kasabadaki çocukların doğum kusurlarını belgeledim. Doktorlar da bunu onayladı. Bu kasabaya ulaşmak son derece zordu. O dönemde DEAŞ savaşçılarına karşı verilen bir mücadeleye sahne oluyordu. Buna rağmen oraya vardık ve çocuklardan birçok çekim aldık. Bu doğum kusurlarının sebebinin Amerikan ordusunun oradan çekilmeden önce kullandığı silahlar olabileceğini ortaya koyduk. BBC bu rapordan ötürü çok kaygılıydı ama sonunda yayınladık.

Yaşam öykünüz tehlikelerle dolu. Bir tanesini de Afganistan’da atlattınız. Biraz bahseder misiniz?

– Afganistan’da çok sayıda çılgın risk aldım. Bazılarını planlamadım; kendiliğinden oldu. 1989 yılında Rus güçleri oradan çekilirken ben ve kameramanım silahlı bir grup tarafından Kabul’e kaçırıldık. Tehlikenin boyutunun farkında değildik. Gizli polis bunu ortaya çıkardı ve silahlı bir çatışmaya girdik. Kaçmayı başardık ama saklandığımız eve saldıran polis görevlileri tarafından kuşatıldık. 11 Eylül olaylarından sonra Taliban, Afganistan’ı tamamen kontrolü altına aldı ve ülkeye sızan herhangi bir gazeteciyi öldürmekle tehdit etti. Ama ben birinin bana kural dayatmasından veya bir şeyi yapmaktan beni men etmesinden hoşlanmıyorum. Bunun için Afganistan’a girmek için bir yol aradım ve sonunda Pakistan’dan Afganistan’a mal kaçakçılığı yapan bir grup ile tanıştım. Beni kaçırmayı bir şartla kabul ettiler: Afgan çadoru/burkası giymem. Ben de kabul ettim.

Çador giydiğinizde ne hissettiniz?

– Korkunçtu. Çador benden gücümü aldı ve kendimi itaatkâr hissettim. Davranışlarım üzerindeki hızlı etkisini garipsedim. Emir alır ve onları uygular oldum. Afgan kadınların maruz kaldığı şey tam da bu.

Olayları aktarmak için BBC içinde savaş vermeniz gerektiğini hissediyor musunuz?

– Bu çoğu zaman için doğru. BBC gibi büyük bir kurumda kişinin birçok rakibi vardır. Orası bir rekabet sahasıdır. Benim de her zaman için çok çalışmam gerekti. Zorbalıktan ilişkilerime sığınmaya kadar çeşitli yollara saptım. Bu durum arkadaşlarım arasındaki popülerliğimi azalttı. Maalesef. Ama orada popülerlikten daha önemli işler var.

Siz BBC’de online haber hizmeti sunan ilk haberci idiniz, değil mi?

– Evet. Ama ben beni daha çok gururlandıran başka bir şey de yaptım. Ben savaşın ortasından canlı yayın yapıp sağ çıkan dünyada ilk haberciyim. 2001 yılında Afganistan’da.

Belli ki teknolojik gelişmelere ayak uyduruyorsunuz. Twitter’de 50 binden fazla takipçili aktif ve güvenilir bir hesabınız var. Neden?

– Kişinin değişimlere ayak uydurması lazım. BBC’deki bir meslektaşım bugün hala daktilo kullanıyor. Ama ben dalga ile bir ayak olmak gereksinimi duyuyorum. Bunu yapmamak sizi unutkanlığa maruz bırakacaktır. Twitter’ı seviyorum ama Facebook’ta iyi değilim. Teknoloji özellikle televizyon yapımlarında olmak üzere çok önemli gerçekten ve benim de uyum sağlamam gerekiyor. Benim yaşımda olan birinin duraklaması kolaydır ama ben kendimi sürekli yola koşuyorum.

Genç gazetecilere vereceğiniz en önemli nasihat nedir?

– Değişen dönüşen bir dünyada yaşıyoruz. Gazete, televizyon ve radyo haberlerinin popülerliği azaldı. İnsanlar artık haber ve bilgi istemiyor. Aksine farklı görüşlerle tanışmak yerine salonlarında kalıp kendi seslerine kulak vermeyi yeğliyorlar. Genç gazetecilere bu olgu ile savaşmak düşüyor. Gazetecilik, insanları memnun edecek haberler yazıp çizmeyi tercih ettiğimizde ölecek. Bugün konuşmak en zor iş çünkü kurumsal gazetecilik düşüşte. Biz dünün adamlarının sonraki aşamada taze kana ihtiyacı var. Gazetecilik maddi kazanç sağlayan bir meslek değildir. Onu meslek edineni doyurmaz. Onu seçen kişinin kendi sesine sadık kalması ve başkasının sesine dönüşmemesi gerekir.

Gelecekteki projeniz nedir?

– Hayal âlemine dalmaya karar verdim. Şu an Rusya hakkında bir roman üzerinde çalışıyorum. Ancak televizyon çalışmam öncelikli. 25 sene önce Brezilya’ya ve Amazon’un eteklerine seyahat ettim ve dış dünya ile bağlantısı olmayan izole bir kabile buldum. Oraya yakın zamanda tekrar gitmek ve o kabilenin halkına ne olduğunu görmek istiyorum. Umarım hala oldukları gibidirler ve Manchester United forması giymiyorlardır.