Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Kaşıkçı cinayeti öncesi ve sonrası Suudi Arabistan’ı hedef almak | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Türk Cumhurbaşkanının, İstanbul’daki Suudi konsolosluğunda gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi hakkında neler söyleyeceğini merakla bekledim.

Türk Cumhurbaşkanı, bilmediğimiz yeni bir şey açıklamadı, Suudi Arabistan Başsavcısı’nın soruşturmayla ile söylediklerinin bir benzerini söyledi.

Ancak üç şey ekledi: Cinayet kasıtlıydı, cesedin akıbetini sorguladı, soruşturmanın ise suçun işlendiği İstanbul’da yapılmasını istedi.

Ancak başta Avrupa ve Katar medyası olmak üzere birçok medya kuruluşu hayal kırıklığına uğradı.

Çünkü bunlar Erdoğan’ın Suudi Arabistan yetkililerini kınamasını bekliyorlardı.

Bu gerçekleşmeyince Yemen’deki savaş, ekonomideki büyük değişiklikler ve İran’la mücadelede Amerikalılarla birlikte hareket etmek gibi Krallık aleyhinde bazı hatırlatmalarda bulundular.

Onları rahatsız eden bütün bu meseleler, Suudi gazetecinin öldürülmesinden sonra meydana gelmedi.

Avrupalılar, ABD Başkanının İran’la olan nükleer anlaşmadan çıkışına karşı çıktıkları gibi üçüncü ve en güçlü dalgası 4 Kasım’da gelecek olan yaptırımlara da karşı çıkıyorlar.

Bazı ulusalcılar, İslamcılar ve Katarlılar belki de hatırlamak istemezler, ancak Körfez İşbirliği Konseyi ve Arap Birliği, 2014’ten bu yana, Arap güvenliği ve bölgedeki güvenlik konusundaki anlaşmanın sonuçları hakkında Obama yönetimine endişelerini dile getirmişlerdi.

Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi Başkanı, hatırladığım kadarıyla 2015 yılında, itirazlarının sadece on yıl sonra İran’ın nükleer silah üretmesini engellemeyecek anlaşmaya olmadığını, bilakis aynı zamanda İran ve milislerinin Arap bölgesini ellerine geçirmesine, insanları yerinden etmesine, öldürmesine ve aynı zamanda Hürmüz Boğazı, Arap Denizi ve Kızıldeniz’deki uluslararası deniz şeridinin güvenliğini tehdit etmesine itiraz ettiklerini söylemişti. Bu insanlar bugün, İsrail’in anlaşmadan duyduğu rahatsızlıktan başka bir şey dile getirmiyorlar. Yani onlar açısından İsrail’in rahatsız olması, yapılanın iyi olduğu anlamına geliyor. Ülkemizin İranlılar ve milisleri tarafından tahrip edilmesi, onların sorumluluk duygusu alanına ne yazık ki girmemektedir. İsrail şimdilerde, İran’ın Suriye’deki nüfuzunun genişlemesinden ve Lübnan’daki Hizbullah’la beraber roket stoklamasından da rahatsızlık duyuyor.

En sonuncusu, İran tarafından Şam, Katar ve Beyrut havaalanları aracılığıyla Lübnan’daki Hizbullah’a gönderilen güdümlü füzelerdir. İran silahlarının kendi topraklarında biriktiği Lübnanlılar, sadece İsrail’in rahatsızlık duymasından dolayı mı sevinecek? Trump Amerika’sı iradesini açıkça ortaya koydu: İran’ın nükleer tehdidi, balistik füzeleri ile mücadele edilecek. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’in İran tarafından ele geçirilmesi ve tahrip edilmesi engellenecek. Avrupalılar ise, Rusya ile bozuşmak istemiyorlar ve ayrıca Arap ülkelerinden gelmesi muhtemel göçmenler hakkında endişelerini ve kaygılarını dile getiriyorlar. Benim anlamakta zorlandığım; İran, Arap bölgesine zarar vermemesi için bazı yaptırımlara maruz bırakıldığında, milliyetçiler ve İslamcılar bundan neden rahatsızlık duyuyorlar? İsrail’in kendini savunabileceğini biliyorlar, İran’ın kendi ülkelerini bu bahane ile istila etmesine nasıl izin verirler? İslamcıların tek bir derdi var, o da Amerika-Suudi Arabistan ittifakını nasıl bozabiliriz?

Milliyetçileri, İslamcıları ve Avrupalıları rahatsız etmiş ve halen de etmeye devam eden Yemen savaşına gidelim. Körfez İşbirliği Konseyi, Yemen’i adeta ikinci bir Suriye’ye çeviren ve Suudi güvenliği doğrudan tehdit eden Husi darbesi karşısında ne yapabilirdi?

Katar Devleti de Bahreyn’in koruması altındaydı ve Yemen’e olan müdahalede beraberlerdi, ancak köprünün altından çok sular aktı.

2013-2014’ten beri, merhum Cemal Kaşıkçı ile iki konuda münakaşa ederdim, Müslüman Kardeşler’in (İhvan) Mısır’ı ele geçirmesi ve demokrasi gereği bu duruma rıza gösterilmesi meselesi, Körfez ülkelerinin Yemen’e müdahale etmesi.

Kendisi -dediği kadarıyla- Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahale etmesinden dolayı endişe ediyordu ve Yemen’deki bazı taraflarının darbecilerle savaşmaları için desteklenmesini tercih ediyordu.

Ona şöyle demiştim: Fakat Başkan Salih, darbecileri yanına alarak, Yemen ordusunun ana gücü olan Cumhuriyet Muhafızları ile savaşa girişerek, kuzey Yemen kıyılarını ele geçirmiş ve Aden’e ulaşmıştır.

Bunlar, Başkan Salih’in kendileri hakkında söylediği gibi, Şia’nın Zeydî koluna değil, İmamiyye koluna daha yakındırlar. Abdullah Salih sonradan bunları “İran çeteleri” olarak isimlendirmiştir.

Şafi mezhebinin yaygın olduğu bu ülkenin Saada ve el-Cevf kentlerinden Suudi Arabistan’a füze atmaya cüret edebilmişlerdir. Peki, Krallık, İran füzeleri Mekke’ye ateşlenene kadar mı beklemesi gerekirdi? İran Devrim Muhafızı komutanının San’a da dâhil olmak üzere dört Arap başkentini istila etmekle övünmesine yardımcı mı olunmalıydı?

Arap ve İslam yurdu olan Mısır, İhvan hareketine demokratik veya başka bir yolla teslim olmamalıydı. Sudan’ın 7’nci Cumhurbaşkanı Abdurrahman Swar Ez-Zeheb daha birkaç gün önce Riyad şehrinde vefat etti. Ülkeyi Numeyri’nin idaresinden kurtarmıştı. Üç yıl süren demokratik yönetimden sonra İslamcı subaylar eliyle iktidarı tamamen ele geçirdi.

Yaklaşık 30 yıldır ülkenin yaşadığı ayrışmalara ve isyanlara bir bakalım!

İşte Mısır, Araplar ve Müslümanlar açısından benzer bir tecrübeden geçti.

Bu yorumlarımdan dolayı Katar ve Türkiye’deki İslamcılar ve İrancı Araplar beni mazur görsünler!

Suudi Arabistan’da petrol bağımlılığını ortadan kaldırmak için ekonomik sistemi değiştirmenin milliyetçiler, İslamcılar ve Avrupalılar için pek fazla rahatsız edici olduğuna inanmıyorum.

Küresel ekonomi açısından, Krallığın ve Arapların geleceğine dair büyük umutlar besleyen büyük ekonomik ve finansal güçler var.

Elbette bu görüşün ana fikrine ciddi olarak itiraz edilmese de, ayrıntılara yönelik farklı görüşler duydum ve okudum.

Hiç kuşkusuz ki, yaşam ve davranış kalıplarına etki eden bu önemli değişim, bazı kesimlerde hoşnutsuzluk oluştururken, diğer kesimlerin desteğine mazhar olabilmektedir.

Suudi toplumu, eğitimli, kültürlü ve en genç Arap halklarından biridir ve bu durum değişimi gerektirir ve daha şimdiden bu devasa hareketin etkileri ortaya çıkmaya başlamıştır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, tüm dünyada ve büyük ekonomik mahfillerde tartışılan bu ekonomik ve sosyal değişim, Suudi Arabistan içinden ve dışından farklı tepkiler alabilir, süreç sabırla yürütülmek zorundadır.

Ben sadece ekonomik ve teknik bağlamı kastetmiyorum, aynı zamanda siyasete de atıfta bulunuyorum.

Kral Selman bin Abdülaziz döneminde izlenen uluslararası politikalar, önceki dönemlerden farklıdır.

Krallığın, Arap dünyasının birçok parçasına ve daha geniş dünyaya müdahale etme politikası daha önce -en azından bu derece yüksek- olmamıştır. Teröre karşı kararlı ve tutarlı bir şekilde müdahale etmesi gerekiyordu.

Bu durum en azından 2001’den hemen sonra gerçekleşmesi gerekiyordu. Ancak bu durum, iç prosedürler ve kendi vatandaşlarının diğer ülkelerde savaşmasını önlemeye yönelik girişimlerle sınırlı kalmıştı.

Ardından, artan tehditlerden dolayı, Arap ve İslam dünyalarının farklı bölgelerinde ve daha geniş bir coğrafyada şiddet yanlısı aşırılığa karşı mücadelede bu ülke, lider bir konuma gelmiştir.

Doğru istikamet, tam da budur. Aksi takdirde şiddet yanlısı aşırılık, bizim için bir tehdit olmaya devam eder ve biz de bununla suçlanır dururuz! İki hafta önce Beşşar Esed’in demokratik(!) parlamentosu, Vehhabiler ve Müslüman Kardeşler’in (İhvan) dini kurumlara girmesini yasaklayan bir yasayı kabul etti.

Bu günlerde, Krallığın Arap Baharı hareketine karşı durduğu söyleniyor. Bu sözde doğruluk payı olabilir.

Yemen’deki değişim desteklendi ya da en azından tanındı ve Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi ile işbirliği yapılarak, Suriye ve Libya’da olduğu gibi şiddete bulaşılmadan bir değişimin olması desteklendi. Fakat değişim değil, darbe meydana geldi, dolayısıyla değişime değil, darbeye karşı çıkıldı. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu darbe hem ülkenin hem de Arapların güvenliğini tehdit eder hale gelmişti.

Krallık, Mısır’ın çıkarlarını ve istikrarını her zaman destekledi ve Mısır’ın yanında yer aldı. Mısırlı aydınlar, Mısır Kurtuluş Ordusu Hareketi bağlamında Krallığın ve BAE’nin yanında yer almamışlardı, ama şimdi bu aydınlar her iki ülkeyi de destekliyorlar.

Bakın şimdi de Krallık ve Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır’ın güvenliğini sağlamak, Sudan’ı güvence altına almak ve Afrika Boynuzu’nda Arap varlığına başka bir boyut kazandırmak için Afrika kıtasına müdahale etmekteler.

Daha önce de söylemiştik, şayet Krallık, İran’ın Arap ülkelerini işgal etme girişimine karşı durmasaydı, bu tehdit şimdi Irak, Yemen, Arap Denizi ve deniz geçiş koridorlarının sınırlarına çoktan ulaşmıştı.

Merhum Prens Suud bin Faysal’ı, Fuad Sinyora ile ziyaret ettiğimde kendisiyle sürekli hararetli münakaşalar yapardım. Olgun bir tavrı vardı, ama 2012’nin sonlarındaki bir karşılaşmamızda bana çok sert çıkmıştı, zira bir makalemde savunduğum fikri destekleme babında şu şiiri kullanmıştım;

“Kurtlar köpekleri olmayan kimselere saldırırlar…”

Sonrasında ise merhum bana: Evet haklısın, ama elden ne gelir! demişti.

Kral Selman’ın döneminde Suudi silahlı kuvvetleri, etkili bir güç haline geldi, kendi sınırlarını ve istikrarlarını korumak isteyen birçok Arap ve İslam ülkelerinin ordularına yardım edildi.

Terörizm ile dışarıdan gelen saldırıların bastırılması için kendilerine destek olundu.

Bu sebeplerden ötürü, Hadimul Haremeyn (Kâbe’nin ve Mescid-i Nebevi’nin Hizmetkârı) sürekli hedef alınmaktadır.

Araplara ve Müslümanlara liderlik etmesi istenmemektedir. Bu hedef alma ancak, Krallık tekrar kendi kabuğuna çekilir veya omuzlarına yüklenmiş sorumluluklarını göz ardı ederse en aza inecektir ki bu makul bir durum olmadığı gibi arzu edilen bir şey de değildir.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, sahip olunan bu prestije zarar vermek isteyen düşmanlara fırsat verilmemelidir.

Kaşıkçı’nın ölümü, Türkler, Katarlılar, İranlılar ve dünya medyası için bu fırsatlardan biridir.

Suudi Arabistan Başsavcısı tarafından suçlananlar, adalet mekanizması tarafından en ağır cezalarla cezalandırılmalıdır.

“Allah, neyi diler, neye hükmederse onu muhakkak yerine getirir. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.” (Yusuf 12/21)