Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Kaşıkçı’yı mı savunuyorlar yoksa Suudi Arabistan’ı mı hedef alıyorlar? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki Konsolosluğu’ndan 2 Ekim’de ayrıldıktan sonra izine rastlanmayan gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ortadan kaybolmasıyla Suudi Arabistan’ın hiçbir bağlantısının ve alakasının olmadığı açık ve net bir şekilde kanıtlanmış olsa bile, ortaya atılan bu yalanların arkasındakiler -ki açık ve net olan bu yalanların önceden ve uzun zaman önce planlandığıdır- bu büyük Arap ülkesini kötülemek için fabrikasyon yalanlarını kesinlikle devam ettireceklerdir.

Herkes tarafından çok iyi bilinmektedir ki bu ülke -bazı “Körfez Devletleri” ile birlikte- İran’ın bölgedeki genişlemeci politikasına mani olmaya çalışan tek ülkedir.

Belki de başlangıçta değinilmesi gereken önemli bir husus, bu Arap ülkesinin imajının çarpıtılmasında çıkarı olan odakların, çok önceden hatta Cemal Kaşıkçı ABD’de iken, belki de ondan da önce, fabrikasyon yalan üretme konusunda uzmanlaşmış kişilerden oluşan bir “operasyon odası” oluşturduklarının kesin delillerle ispatlanmış olmasıdır.

Bunun kanıtı, bu Suudi gazetecinin kendi ülkesinin konsolosluğuna girer girmez, Suudi Arabistan’ı kötülemek için önceden hazırlık yapmış olan bu operasyon odasındaki sabotajcıların, bu Kaşıkçı oyununu hemen sahneye sürmeleridir.

Burada ilginç olan, büyük Batılı gazetelerin bu ortak operasyon odasının ürettiği yalanların doğruluğunu kontrol etmemeleri ve bu “Oda” tarafından yayınlanan ve halen de yayınlanmakta olan her şeyi haber diye yaymalarıdır.

Burada, para büyük olasılıkla bu alanda önemli bir rol oynamıştır. Aksi takdirde, hala belirsizliğini koruyan bir konuda, bu gazetelerin söz konusu olayla ilgili tüm söylentileri hiç kontrol etmeden yaymalarını hiçbir şekilde izah edemeyiz.

Hatta en azından uzun yıllar boyunca elde edebildikleri güvenilirliklerini korumak için dahi bu haberlerin doğruluğunu kontrol etmeleri gerekirdi.

Binaenaleyh, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisinin dahi bazı resmi Türk medyası ve bir kısım Türk yetkilileri tarafından dolaşıma sokulan haberlerden rahatsız olduğu söylendi. Budapeşte’den Ankara’ya dönerken şu ifadeleri kullandı:

“Tutumlarımızı ve tepkilerimizi varsayımlara göre inşa edemeyiz.”

Ancak, bütün bunlara rağmen Türkler, Mısırlılar ve Suriyelilerden Müslüman Kardeşler’e (İhvan) bağlı çevreler ve diğerleri aynı söylentileri büyük bir kararlılıkla yaymaya devam ediyorlar.

Bu durum, şüpheli bir kişinin bazen kendisinin de söylenenlere inanıp “beni alın tutuklayın” deme noktasına gelmesi gibidir. Bunların kalplerine bu şüpheleri yerleştiren “üçüncü bir taraf” var ve Suudi Arabistan’ın imajını kötülemek için bu suçu işleyenlerin de bunlar olması uzak bir ihtimal değildir.

Cemal Kaşıkçı’nın ABD’den Türkiye’ye gelmesi meselesini ele almayı gerekli görmüyorum, zira Türk-Suudi ortak soruşturma ekibi kuruldu ve son derece ciddi olan bu konunun inceleme ve soruşturmasını büyük bir titizlikle yürütüyorlar.

Ve ayrıca bazı ABD’li müfettişlerin de konuya müdahil olduğu-belki de başkaları da katılacak- söyleniyor, nihayetinde buna da son nokta konacaktır.

Bu nedenle, Kaşıkçı’nın İstanbul’daki konsolosluğa gitmesinden önce hazırlanmış olan bu “nefret söylemine” daha fazla ışık tutmak gerekiyor.

Suudi gazetecinin Suudi konsolosluğuna girmesinden kısa bir süre sonra, bir kısmı Arap medyası-hangileri olduğunu herkes biliyor- olmak üzere birçok medya kuruluşunun Fransız kurgusal karakteri Arsen Lüpen tarzı rivayetleri hemen dolaşıma sokmaları dikkat çekicidir.

Tüm bu söylentiler, “nişanlısı” üzerinden üretilmektedir. Kendisi Umman Sultanlığı’nda Arapçayı öğrenmiş, daha sonra ise Doha’ya geçmiştir. Geçiş nedeni, kimlerin yardım ettiği bilinmediği gibi Katar Emirliği’nde bulunduğu süre zarfında hangi aygıtla çalıştığı da bilinmiyor.

Ayrıca, konuya ilişkin hala pek çok soru işaretleri var; yukarıda bahsi geçen Türk-Suudi soruşturma ekibi bunları ciddiyetle ele almalı ve bu sorulara cevap bulmalıdır.

Merak edilen konulardan birisi de; Bu kız yani nişanlısı, Kaşıkçı konsolosluğa girerken neden ona eşlik etmedi?

Kendisini nişanlısı olarak tanıtıyor, öyle ise onu koruması, kollaması ve kötü muameleye maruz kaldığı esnada –şayet kalmışsa- görgü tanığı olması gerekmez miydi?

Burada, bu haksız medya savaşını başlatanlara, şu meşhur atasözü ne de güzel uymakta:

“Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek!”

Ve eğer Cemal Kaşıkçı “oyunu” olmasaydı dahi, Arap ulusunun kalesi olan Suudi Arabistan’a karşı haksız bir savaş başlatmak için başka bir fırsat kollayacaklardı.

Şurası o kadar net ki; Suudi Arabistan’a karşı tüm bu ithamları yöneltenler -ki bunlardan bir kısmı Filistin davasını bile terk eden ve sadece kendi çıkarlarını düşünen gafillerdir- yukarıda değindiğimiz “üçüncü taraf” ve onlarla işbirliği yapanlar olması uzak bir ihtimal değildir ve hatta kesinlikle öyledir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, birçok durumda bu türden kaçırma olaylarının failleri, yine bu kaçırma olayından çıkarları olanlar olabilmektedir.

Bunlar da sürekli dillendirdiğimiz “üçüncü taraf”tır.

Örnek kabilinden şu hadiseyi zikredebiliriz; Dönemin Fas içişleri bakanı General Muhammed Oufkir ve istihbarat şefi Ahmed Deylemi, 1965’de Paris’te Kral’a muhalif lider Mehdi Bin Bereket’in suikasta kurban gitmesine bizzat tanıklık yapmışlardı.

İşte bu general sonradan, Fas Kralına başarısız bir darbe girişiminde bulunmuş ve bu durum kesin delillerle ortaya konmuştur.

Bu suikastın amacı, kendisine büyük bir rakip olarak gördüğü Fas muhalefetinin sembol isimlerinden birinden kurtulmaktır.

Ve ayrıca Kral II. Hasan’ın halk nezdindeki itibarını, Mağrip, Arap ve uluslararası konumunu hedef almaktır.

Yukarıda bahsi geçen bu darbe girişiminden sonra anlaşıldı ki, bu darbeyi planlayan ve Kralı öldürmek isteyenler, Mehdi Bin Bereket’i öldüren kişilerdi.

Burada da görülmektedir ki bu türden kaçırma olaylarının failleri, yine bu kaçırma olayından çıkarları olanlardır. Bu birinci örnekti.

İkinci örnek ise; Lübnanlı Şii lider Musa es-Sadr ve beraberindeki iki arkadaşı, 1978’de Libya’ya gittiğinde ortadan kaybolmuşlardı.

Bu kayıp ve suikast eyleminin iki sebebi vardı: Birincisi, 1979’daki Humeyni devriminin zaferine engel olabilecek bir dini ve siyasi liderlerden kurtulmak.

İkincisi, Hafız Esed’in Filistin direnişini Güney Lübnan’dan çıkarıp Suriye’ye taşıma talebini reddetmişti. Zira Esed, İsrail’le yapacağı barış süreci müzakerelerinde bunu bir koz olarak kullanmak istiyordu.

Ayrıca, 1940’ta Meksika’da Lev Troçki’nin suikastının arkasında üçüncü bir tarafın olduğunu söyleyenler var. Gerçek adı Lev Davidoviçtir.

Sovyetler Birliği’nin diktatörü Joseph Stalin’de kaçmak için Latin Amerika’ya sığınmıştı.

O zamanki konuşulanlara bakacak olursak, bu kadar korkunç bir suikastın nedeni, bu despotik diktatöre karşı Rus Yahudilerini kışkırtmaktı ki kendisi de onlardandı.

Ayrıca komünist partiler birçok Avrupa ülkesinde güçlü idiler, işte bu imajı da yıkmak istemişlerdi.