Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Kişilik ve popülizm çatışması! | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Geçtiğimiz 23 Haziran’da, bir diğer deyişle Türkiye’deki Başkanlık seçiminden bir gün ve seçim yasaklarının başlamasından bir kaç saat önce, TRT’de bir programa konuk olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendisini Türk halkının kurtarıcısı olarak sunmuştu. Aynı şekilde Erdoğan, ”Ben ve Putin, bu dünyadaki en deneyimli iki lideriz!” sözleriyle kendisini, BM Genel Kurulu’ndaki en deneyimli siyasetçilerinden biri olarak takdim etmişti.

Ancak Türk ekonomistlere ve uluslararası ekonomik kurumlara göre durum hiç de böyle değil. Bu nedenle, Donald Trump ile Erdoğan arasındaki anlaşmazlığın ve Türkiye ile ABD arasında karşılıklı yaptırımların ötesine bakılması gerektiği yönündeki çağrılar gitgide artıyor. İki ülke arasındaki anlaşmazlığın temelinde, Ankara’nın PKK ve FETÖ örgütleri ile ilişkisi olduğu suçlamasıyla iki yıldır Türkiye’de tutuklu bulunan Amerikalı rahip Brunson’ın teslimini reddetmesi ve Washington’ın da Erdoğan’ın düşmanı olan Gülen’i Ankara’ya teslim etmeyi reddetmesi yatıyor.

Erdoğan ve Trump’ın ekonomik yaptırımlara başvurmaları, iki liderde de bulunan aşırı popülist eğilimin boyutlarını ortaya koyuyor. Nasıl ki Trump, Amerikan vatandaşlarına, ABD’nin hegemonyasını tüm dünyaya yeniden kabul ettirecek Başkan olduğunu ispat etmek istiyorsa, Erdoğan da Türklere, dünyanın en güçlü ülkesine kafa tutabileceğini ispatlamak istiyor.

Erdoğan’ın açıklamaları da buna işaret ediyor:

“ABD, Türkiye’ye saygı duymuyor ve bir rahip nedeniyle Türkiye’yi tehdit ediyor!”

Tekrar tekrar söylediğimiz gibi, mesele ne rahip ne de bu rahibin Gülen ile takas edilmesi meselesidir. Mesele temel olarak, Türkiye’nin ekonomik döngüsünde baş gösteren sorunlardır. Türkiye 2003 yılında ekonomide olumlu bir gelişim yaşamıştı. Ancak şimdi Türkiye, hem içerideki hem de dışarıdaki ekonomik kaynakların geçmişte uyarıda bulundukları birikimsel bir düşüş dönemine girmiş bulunuyor. Doğrusunu isterseniz, ABD Başkanı’nın Türkiye’den ithal edilen çelik ve alüminyuma uygulanan gümrük vergisini artıracağı yönünde atmış olduğu bir tweetin tek başına Türk lirasını bu şekilde etkilemesi zaten mümkün değildir. Bana göre, sorunun boyutları bundan çok daha büyük ve derindir!

Bu çerçevede, uzmanlar Türk lirasının yaşadığı krizin belirtilerinin, ABD ile yaşanan anlaşmazlıktan önce, zaten açık bir şekilde görüldüğünü vurguluyor. Erdoğan, bu krizin yaklaştığını biliyordu. Bu nedenle, ekonomide yaşanabilecek herhangi bir kötüleşmenin, seçim sonuçlarını etkilemesini engelleme çabasıyla 2019 Kasım’ında yapılması kararlaştırılan Başkanlık seçimlerini, daha erken bir tarih olan Haziran ayına çekti.

Erken seçim kararının ardından bir Türk akademisyen, Erdoğan’ın politikalarını eleştirerek, bunları ülkeyi bir iç savaşa, ekonomiyi ise kesin bir çöküşe götürecek politikalar olarak nitelemişti. Akademisyen, Erdoğan’ın kendisi ve partisi için çok daha kötü bir gelecekten korku duyduğunun çok net olduğunu belirtmiştir. Bunun iki nedeni bulunuyor. İlki, ekonomi olumsuz bir yönde ilerliyor ve Türkiye’nin bu aşamada yürüdüğü yol, onu iflasa götürecek yoldur. Türk lirası krizinin nedenleri de Erdoğan’ın mantıksız ve anlamsız politikalarıdır. İkincisi, siyasi muhaliflerine uyguladığı eşi benzeri görülmemiş baskılar da durumun gittikçe kötüleşmesine neden olacaktır!

Ancak ekonomik döngüyü vuracak daha kötü kararlar daha yoldaydı. Erdoğan, cumhurbaşkanlığı yeminini etmesinin hemen ardından küresel pazarları endişelendiren bir dizi ekonomik kararlara imza attı. Bu kararların en dikkat çekeni, Merkez Bankası müdürünü atama yetkisini Bakanlar Kurulu’ndan alarak, kendi başkanlığında çalışan yardımcılarına ve Mali Politikalar Kurulu üyelerine vermesiydi. Bu adım, bağımsız olan Merkez Bankası’nın siyasileştirilmesi olarak görüldü.

İkinci adımı ise, damadı Berat Albayrak’ı Hazine ve Maliye Bakanı olarak atamasıydı. Bakan Albayrak da yaptığı ilk açıklamayla mevcut endişeleri daha da artırdı. Albayrak, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının ve karar alma mekanizmalarının spekülasyonlara konu edilmesinin ‘kabul edilmez’ olduğunu belirtmiş ve bu bankanın yeni dönem politikalarının temel hedeflerinden biri olacağını ifade etmiştir!

Acaba hangi yeni dönem?

Aralarında Bloomberg’in de bulunduğu ekonomi ile ilgili tüm küresel ajanslarda bu yönde sorgulayıcı haberler yer aldı. Bloomberg, 10 Temmuz’daki haberinde Türkiye’nin artık yatırımcılar için cazip bir ülke olmaktan çıktığını ve Erdoğan’ın bu son kararlarıyla yatırımcılara ülkesinden çekilmeleri için tüm nedenleri vermiş olduğunu belirtti.

İngiliz Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (Chatham House) Temmuz ayında yayınladığı raporunda, Türkiye’nin Erdoğan’ın yeni başkanlık döneminde ağır bir ekonomik krize doğru kararlı adımlarla yürüdüğünü ifade etti. Buna ek olarak rapor, kendisine en yakın 16 kişiden kurulu yeni kabine aracılığı ile Erdoğan’ın otoritesini sağlamlaştıracağı, ülke idaresini tamamen ele geçireceği, aralarında daha iyileşmemiş ekonominin de bulunduğu tüm politik alanlarda ve karar alma mekanizmalarında tek adam modelini dayatabileceği bir başkanlık sisteminin temelini attığına işaret etmiştir.

Raporda ayrıca Erdoğan’ın Türk ekonomisinin karşı karşıya olduğu sorunların büyüklüğünü anlamadığı, Türk ekonomisini küresel ekonomilere eklemleyecek kapsamlı bir ekonomik reform sürecine duyulan ihtiyacı önemsemediği de yer aldı. Bunun sonucunda, 2017 yılının sonunda yabancı para birimi cinsinden kurumsal borçlanma 328 milyar dolara yükselirken, kamu borcu ise 214 milyar doları buldu. Bu da Türkiye’nin her ay 18 milyar dolar borç ödemesi gerektiği anlamına geliyor!

Durumun daha da kötüleşmesi ve Erdoğan-Trump arasındaki dengesiz yaptırımlar savaşının ardından Stockholm Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Paul Levin de bir açıklama yaptı. Levin açıklamasında, Türkiye ve ABD arasında rahip Brunson nedeniyle yaşanan anlaşmazlığın, Türk lirası krizinin asıl nedeni olmadığını ve bu krizin çok daha önceden var olduğunu söyledi. Ayrıca bir süredir Türkiye’yi takip eden herkesin, bunu açık bir şekilde göreceğini ve hükümetin kötü politik ve ekonomik performansının ciddi sonuçlar doğuracağını da sözlerine ekledi.

İki liderin Trump-Erdoğan kişisel psikolojik bakış açıları okunduğunda, krizin yakın bir zamanda sona ereceği tahmininde bulunamayacağımız bir “kim acıya daha çok katlanacak” çekişmesine dönüştüğü görülecektir.

Hafta başında Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ve Ankara’nın Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç arasında yapılan gizli görüşmenin başarısız olması ve Türkiye’nin rahip Brunson’ı serbest bırakmayı reddetmesinin ardından iki ülke arasındaki ekonomik yaptırımların düzeyi yükseldi. İran, Çin ve Rusya’ya da benzer yaptırımlar uygulayan ve Tahran’la ilişkilerini sürdüren herkesi, yaptırım uygulamakla tehdit eden Trump’ın, Türkiye’ye karşı daha sert yaptırımlar uygulamaktan geri adım atması beklenilemez. Çünkü geri adım atması, kullandığı boğucu yaptırım silahının etkinliğini ortadan kaldıracaktır. Buna karşılık Erdoğan da geri adım atmayacaktır. Zira Washington’la arasındaki ekonomik krizi körüklemek ve kendisinin de yaptırımlar uygulayarak Trump’a denk olduğunu göstermek, hem Erdoğan hem de hükümetinin kredisini artıracak siyasi bir araçtır.
Buna ek olarak, Erdoğan bu anlaşmazlığa popülist bir hava katmaya da çalışıyor. Bu çabası, sadece AK Parti kadrolarında yankı bulmuyor. Bilakis Müslüman Kardeşler’e kadar uzanıyor. Karadavi’nin Türkiye’nin tutumunu destekleyen açıklamaları ya da Katar Emiri Şeyh Temim’in Ankara ziyareti ve doğrudan yatırım için yaklaşık 15 milyar dolar tahsis edeceğini açıklaması, bu görüşü desteklemektedir. Bir başka kanıt ise Erdoğan’ın sürekli bir şekilde tekrarladığı şu sözlerdir:

“Terörist gruplara yardım eden bir rahip uğruna 81 milyon nüfusa sahip Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamazlar.”

Erdoğan’ın iki ülke arasındaki müttefik ilişkilerinin tehlikede olduğu yönündeki imalarının artık bir anlamı yok. Çünkü bu, Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi artık Washington’da korku yaratmıyor. O dönemlerde, ABD’nin Kremlin’i dinlemek ve gözetlemek için İncirlik üssüne ihtiyacı vardı. Ama günümüzde, Erdoğan’ın her fırsatta Washington’a baskı yapmak için kullandığı bu üssün artık bir önemi bulunmuyor! Çünkü ABD’nin zaten Suriye’de 3 tane büyük üssü bulunuyor!

Hayır, konu Gülen’e karşı rahip ve iki Nato müttefiği arasındaki karşılıklı yaptırımlar konusu olmaktan çıkmıştır. Konu Trump-Erdoğan arasında kişisel ve popülizm mücadelesine dönüşmüştür. Geriye sadece şu soru kalıyor, bu acıya kim daha çok katlanacak?