Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Lübnan devleti ve anayasası dağılma tehdidiyle karşı karşıya | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

24 Temmuz 2018 Salı günü, uzun bir süre sonra meclise geri dönen Milletvekili Abdurrahim Murad, 2007 yılında BM Güvenlik Konseyi’nin 1757 sayılı kararı ile Cumhurbaşkanı Refik Hariri’nin suikastının soruşturulması için oluşturulan BM Özel Mahkemesi’nin askıya alınmasını istedi. Murad’ın öne sürdüğü gerekçe, mahkemenin zaten kanuni bir dayanağının olmadığı şeklindeydi. Lübnan yargısının bu işi yapabildiğini ve gerekirse uluslararası hâkimlerden yardım alınabileceğini savundu. Öte yandan, yeni milletvekili emekli Binbaşı General Cemil Seyyid Başbakan adayı Hariri’ye defalarca ve sert bir şekilde saldırdı ve anayasa hakkında tuhaf yorumlar yaptı. Üçüncü dikkat çekici hadise, Milletvekili Talal Arslan’ın milletvekili ve eski Bakan Velid Canbolat’a büyük çaplı bir sözlü saldırı düzenlemesidir. Kendisini, suçlu ve iç savaşın kahramanı! Olarak gördü, çünkü Saad Hariri’nin iki aydır kurmaya çalıştığı hükümette bakan olma hakkını reddetti. Başbakan’ın hükümeti kurmaya dair belirlediği bir öneriyi Cumhurbaşkanının reddetmesinin ardından, Cumhurbaşkanlığı Basın Bürosu, Cumhurbaşkanına teamüller ve Anayasa ile ilgili olarak geniş yetkileri veren bir bildiri yayınlamıştır. Hemen her gün, Dışişleri Bakanı ve Özgür Yurtsever Hareketi lideri Cibran Basil Dr. Samir Caca’ya saldırıyor ve hükümetin kurulma esnasında dört ya da beş bakandan herhangi birinin ona verilmesini reddediyor. Kendisi ve partisini (Cumhurbaşkanın partisi), özellikle de Ordunun yardımıyla Yukarı Batroun’daki Sünni kasabalarından Beştudar’da bir haçlı tahakkümü kurmasının ardından Hıristiyanların tek temsilcisi olarak görüyor! Basil Hıristiyanlığının muhteşem gücünü! Gösteren daha büyük bir gösterge var mı?

Elbette bu anormalliklerin tümü, genellikle hükümetlerin kurulmasına eşlik eden gürültü, gürültü festivalleri ve tezahüratlarından kaynaklanabilir. Ama aslında, gerçekleşmekte oldukları koşulları ve bunlara neden olan insanları dikkate alırsak, bunun ötesine geçen bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Mesela şu üçlü; Murad, Seyyid, Arslan…

Ölümsüz Esed rejiminin en eski destekçileridir.

Dördüncüsü olan Cibran Basil, Esed’ın son aylarda İranlılar, Ruslar ve İsrail’in yardımıyla yükselişinin ardından bu kervana katılmaya çalışıyor. Görünüşe göre, bu gayretlerin tamamı Suriye yönergesi olduğu anlaşılıyor. Sünni halktan hiç kimse -kendi seçmenleri arasında bile – Başbakan Refik Hariri’nin katillerinin soruşturulmasının askıya alınmasını desteklemiyor. Ancak sanıkların kovuşturulmasını durdurmanın Hizbullah, Suriye ve İran rejimlerine hizmet ettiği biliniyor, zira şu ana kadar aranan tüm sanıklar partiden çıktı.
Anayasaya hiçbir zaman saygı duymamış Cemil Seyyid’e gelince, Hariri ailesine olan güçlü ve açık düşmanlığı biliniyor. Doğduğu günden beri Esedçi olmakla gurur duyan birisidir.

Aynı şey Arslan’ın küçük Dürzî topluluğunu bölmeye yönelik Canbolat’a yönelik saldırıları hakkında da söylenebilir. Canbolat’ın Suriye etkisinin geri dönüşünü istemediği bilinmektedir.

Bütün bu olaylar, özellikle Cumhurbaşkanlığı Basın Bürosu’nun açıklaması, Basil’in eylemleri, yerinden edilmiş Suriyeliler konusunda Savunma ve Adalet bakanların açıklamaları, bazı bakanların Esed rejimini öne çıkaran ziyaretleri göstermektedir ki hükümeti kurmaya çalışan başbakan adayına baskı kurmak istenmektedir. Arzu ettikleri şey ise bu hükümetin yalnızca parti ve cumhurbaşkanlığının istediği şartlarda kurulmasıdır. Küçük ayrıntılar dışında istenen tam da budur.

Ancak, yukarıda değindiğimiz gibi, bu olay ve tezahürleri, Başbakan’a sık sık yapılan saldırılar ve bakanların kendi başlarına yürüttüğü eylemler, Suriye rejimini tekrar içeriye çağırmanın da ötesinde bir hadisedir. Son yıllarda, mezhep sürtüşmesi, devlet idaresi ve kararlarının paylaşımındaki rekabet, yaygın hale gelen ve kontrolden tamamen çıkan yolsuzluk, ekonominin çöküşü ve kamu borçlarının ağırlaşması iki eğilim ortaya çıkarttı, birincisi; Taif anlaşması ve Anayasa’nın resmi bir değişiklik yapılmadan dağıtılması. Diğer eğilim ise, Temsilciler Meclisi’nde farklı bir çoğunluk oluşturan son seçim sonuçlarının, Hizbullah’ın 2008’de Beyrut’u işgalinden bu yana oluşmuş olan teamül ve geleneklerle sınırlı kalmadan, anayasanın esastan gözden geçirilmesini mümkün kıldığına inanılmasıdır.

Başkan Avn döneminde Lübnan, -Hizbullah’ın salvolarıyla beraber- Lübnan çalkantılı tarihinde, iç savaşlarında ve İsrail’in işgalleri sırasında dahi görmediği sert bir izolasyondan muzdariptir. Hizbullah’ın müttefiki bile olsa bir Başkanın seçilmesinin, yönetim boşluğundan daha iyi olacağı görüşünde olanlar vardı. Yüksek makamlardaki boşluk, siyasi rejimin krize dönüşmesine neden olabilir ve Lübnan’ı parçalayabilir deniyordu. Ama “güçlü” başkanın gelmesi pek de bir şeyi değiştirmedi. Bilakis, başkanlık ya da hükümet boşluğu yaşandığı dönemlerde bile gerçekleşmeyen çeşitli seviyelerde kargaşalar yaşanmıştır. Bunun en büyük kanıtı, BM Genel Sekreteri Guterres’in, 1701 sayılı uluslararası kararın uygulanıp uygulanmadığına dair bir başlığı Güvenlik Konseyi’nin yarıyıllık raporunda ilan etmesidir. Raporda İki önemli noktaya değinilmiştir: parti ve silahlarının varlığı sadece uluslararası kararın uygulanmasını engellemiyor, aynı zamanda Lübnan’da bir devlet kurulmasını engelliyor! Bir diğer nokta da, Lübnan halkına, ülkenin varlığı, ekonomisi ve istikrarını korumak için bir uzlaşı hükümeti kurmaları hususunda çağrıda bulunuyor! İçinde bulunduğumuz krizin derinliğini hayal edelim; Genel Sekreter, Hizbullah’ın olmadığı! Ve Lübnan’da bir devletin varlığına delil olacak bir hükümet kuracağımızı umuyor. ABD ve Avrupa ülkelerinde, seçim yasası ne kadar kötü olursa olsun, seçimlerin yapılmasıyla beraber durumun daha iyiye gideceğine dair bir kanaat vardı, zira seçimler demokrasinin tuzudur!
Burada bizler Parlamento seçimlerinin (güçlü bir cumhurbaşkanının seçilmesi demektir) durumu daha da kötüleştirdiğini görüyoruz. Bölgesel şartlardaki değişimin ortasında, İran’ın bölgedeki savaşlarda Hizbullah’ı kullanması, etnik topluluklar arasındaki çekişme ve rekabet, ekonomik ve mali koşullardaki büyük bozulmalar, rejim krizini benzeri görülmemiş düzeylere ulaştırdı.

Peki, ne yapılmalı? Yapılması gereken, Cumhuriyet’i savunmak ve Taif anlaşması ve Anayasa’nın korunması yoluyla devletin korunmasının sürdürülmesi konusunda dik durmaktır. 2005 yılında Başbakan Refik Hariri’ye suikast düzenlendiğinde ulusal bir dik duruş ile Suriye ordusu ülkeden çıkarıldı. Lübnanlılar birlik oldular ve bağımsızlıklarını yeniden tesis etmeye başladılar. Parti ve destekçileri çıkarları olmadığı için parlamentoyu bir buçuk yıldan fazla bir süre kapatmasına, Partinin 2008 yılında Beyrut’u silahla işgal etmesine ve General Avn’ın Taif anlaşması ve anayasaya aykırı olmasına rağmen partiyle ittifak yapmasına rağmen, genel dik duruşun yarattığı iklim Taif anlaşması ve anayasa’nın açıktan ihlal edilmesine mani olmuştu. Şimdi ise, hukukun üstünlüğünü sağlamak, parlamento içinden çalışmakla mümkün değildir. Bu nedenle, Lübnanlı entelektüellerin, sivil toplum kuruluşlarının, İlk hükümette iktidara dâhil olmayan, kaos yaratan seçim yasalarının yapılmasında katkısı bulunmayan, yolsuzluklara bulaşmayan Lübnanlı kamu görevlilerinin dik duruş sergilemesi bu konuda tek umuttur. Kabul edilemez ve mantıksız bu kötü gidiş sürekli dillendirilmelidir. Gençler arasında bu durumun artık sürdürülemeyeceğine dair sürekli artan bir bilinç hali var. Kötüleşen kriz çoğu Lübnanlının geçimlerini zorlaştırmış durumda ve durum oldukça tehlikelidir. Bu gerçekliğe boyun eğme daha da tehlikelidir. Tabii ki, gönüllü dik duruş ile zorunlu dik duruş arasında bir takım farklar olacaktır. Ama şimdi ikincisi mümkün ise, bu yapılmalıdır;

Şayet mızraklara binmekten başka çare yoksa

Zorda kalan binmekten başka ne yapabilir ki