Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Lübnan “Mezhebi devletçiklere” hoş geldiniz! | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Bir an için, tuhaf gururlanmayı ve milliyetçi duygularla abartılı övünmeyi unutalım ve meselelere olduğu gibi objektif bakalım.

Az sayıda gözlemci Lübnan’daki durumun iyi olduğuna inanıyor. Yine daha da az sayıda kişi, bu ülkenin kendini riskli bölgesel tehlikelerden koruyabilecek iç dinamiklere sahip olduğuna inanıyor. Genel izlenim, -en azından kısa vadede- uluslararası himaye sayesinde “yenen ve yenilen” şeklindeki varlığın devam edeceği yönünde olsa da çok az grup, bölgesel durumun uzun vadede istikrarı sağlayacağına inanmaktadır.

Bazı Lübnanlıların ülkenin derin bir krizde olduğunu kabul etmek istemedikleri bir gerçek olsa da, politikacıların manevralarını veya başkanlık basın toplantılarını görmezden gelmeleri artık mümkün değildir. Son birkaç gündür Hıristiyan sahada (özellikle Marunî Kilisesi) meydana gelen olaylara bakmak yeterli. Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın partisi “Özgür Yurtseverler Hareketi” ile “Lübnan Güçleri Partisi” arasındaki “Maarab uzlaşısı” deşifre edildi. İçeriğine bakıldığında ise kendi aralarında bir güven eksikliği olduğu ve bu geçici anlaşmada yolun sonuna gelindiği anlaşılmaktadır.

Sünni sahada ise, derin bir mali krizin yaşandığı ortaya çıktı, zira ülkedeki en köklü yardım kuruluşlarından (1878’de kurulan) “Cemiyyetu’l-Makasıdu’l-Hayriyyetü’l-İslamiyye/ İslami Hayır İşleri Derneği iflas etmenin eşiğine gelmiş bulunuyor. Bu endişe verici tabloyu tamamlayan diğer bir hadise de anayasa gereği Sünni kesime verilmiş olan başbakanlık makamının bazıları tarafından giderek hor görülmeye başlanması ve dolayısıyla itibarsızlaştırılmasıdır. Bu durum üç eski hükümet başkanının Başbakan Saad Hariri ile bir araya gelip birlik çağrısı yapmayı gerektirdi.
Marunî Hıristiyanlar ve Sünniler arasındaki krizin bir benzeri de Sünni blokla beraber en büyük mezhep bloğunu oluşturan Şiilerle yaşanmaktadır. Lübnan’da, başkanlıklar (cumhur, parlamento ve hükümet) üç blok arasında paylaşılmaktadır. Şii blok şimdiye kadar daha ziyade ülke içi uygulamalara hizmet ederken, İran’ın bölgesel yayılmacı projelerine destek vermeye ağırlık verdi. Bu durum artık bugün daha net olarak ortadadır, zira Suriye’deki sıkıntılı durumun nihayetine gelindiği bir dönemde bütün bu taraflar halk direnişinin karşısında durdular ve ülkenin birliğini parçaladılar. ABD Başkanı Barak Obama’nın, kalbi ve bedeni ile Washington’un geleneksel müttefiklerine karşı İran’la bir ittifak kurması önemli bir stratejik seçim oldu. Obama, başkanlığının her iki döneminde de bakış açısını keskin bir ideolojik temele bina etti. Bu nedenle, Tahran rejimine sağlanan 8 yıllık gizli ABD desteği, aşırılıklarının ve hırslarının kasıtlı olarak görmezden gelinmesi ve nükleer silah üretim tesislerinin yanı sıra, konvansiyonel silah üretme projelerine ses çıkarılmaması… Basit bir mesele değildir.

Öte yandan, Sovyet mirasını hatırlatan Rusya’nın emelleri hafife alınamaz. Askeri ve güvenlik kabiliyetleri ile öne çıkıyor. Soğuk Savaş sona ermeden önce yarım küreye nüfuzunu dayatmıştı. Ortadoğu ile ilgili olarak, Moskova-Vladimir Putin İran’la taktiksel bir ittifak kurdu. Bölgeye yeniden dönmek için, İran bir köprü mesabesinde olacaktı. Böylece mümkün olduğu kadarıyla İran üzerinden Washington’u rahatsız edecek ve nüfuzunu kıracaktı. Moskova, İran’ın nükleer yeteneklerini inşa etmesinde aktif rol oynadı ve Irak, Suriye ve Lübnan’da Molla nüfuzunun genişlemesine göz yumdu. Bilakis bu genişlemeyi Sovyetler Birliği günlerinde olduğu gibi Ortadoğu’ya bir ortak olarak geri dönüşünü Washington’a kabul ettirmek için bir şantaj malzemesi olarak gördü.

Tahran ile ilişkileri normale döndürme ihtiyacı duyan Obama ile Ortadoğu’ya Amerikalılar gibi dönme emellerine sahip inatçı Putin’in hamlelerini birlikte düşünmek gerekir. 2011’den beri gördüğümüz ve görmeye alıştığımız manzara budur. Yukarıdan gelen bu baskının bölgede meyvesini vermesi gayet tabii bir durumdu. Tahran’ın zorbalığı “Bereketli Hilal” ülkelerinde (Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin) hissedildi ve giderek daha fazla genişleyen bir projeye dönüştü, Körfez ve Yemen’i de içerine aldı. Son düzlemde tam bir patlama yaşanması için “fünye”nin olması gerekiyordu ki hiç gecikmeden DEAŞ ve onu destekleyen, koruyan ve onunla işbirliği yapan güçler ortaya çıkıverdi.

“DEAŞ”ın vahşetleri adeta “kasidenin en güzel beyiti” oldu. Onu yok etme bahanesi en elverişli araca dönüştü. Ve bu araç sadece Tahran projelerine sesiz kalmak veya Tahran’la nükleer konusunda normalleşmek için değil bilakis BM üyesi ülkelerin egemenliklerini ortadan kaldıran bu mezhebi milislere meşruiyet kazandırmak için kullanılmaktadır. Bugün, birçok Batılı hükümet, Tahran’ın Ortadoğu’ya girmesini sağlayan nükleer anlaşmayı açıkça savunurken, birçok Batılı güç İran milislerini Irak, Lübnan ve Yemen’deki meşru otoritenin bir parçası olarak görmekte ve onlarla etkin bir şekilde işbirliği yapıp müzakereler yürütmektedir. Lübnan’da Hizbullah en etkili güç oldu. Silahlarını devletin yetki alanı dışında tutarak, devletin de bel kemiği haline geldi. Silah tekeline Uluslar arası camianın sessiz kalması sayesinde cumhurbaşkanlığına kendi istediği adayı dayattığı gibi parlamento seçimlerinde istediğini elde edebileceği bir seçim yasasını da dayatmayı başardı. Suriye direnişinin bastırılması için askeri müdahalede bulunan ve birçok insanın yerinden edilmesinin müsebbibi olan Hizbullah’ın, Suriye’de yerinden edilenlerin geri dönüş dosyasına da sımsıkı sarılması ironi bir durumdur. Üstelik gözlemciler Hizbullah’ı, Lübnan Başbakanı olarak atanan Saad Hariri ve onun temsil ettiği Sünni kesimi zayıflatmakla itham ettikleri gibi Dışişleri Bakanı Cibran Basil’in “Lübnan Güçleri Partisi” ve onun temsil ettiği Hıristiyan kesime ve “İlerici Sosyalist Partisi” ve onun temsil ettiği Dürzî kesime karşı yürüttüğü gerilimi tırmandırmakla da itham ediyorlar.

“Herkesin cumhurbaşkanı” olacağı vaadini veren Mişel Avn’ın, cumhurbaşkanlığı pozisyonu ile damadı Dışişleri Bakanı Basil’in başkanlığını yaptığı “Hareket”in pozisyonu arasında bir mesafe koyamaması dikkat çekicidir. En son aksilik, Hıristiyan-Hıristiyan uzlaşısının başarısızlıkla sonuçlanmasıdır. Lübnan Güçleri kibir abidesi Basil’in yaptığı hamlelere cevap olması için “Maarab uzlaşısı”na dair bazı gizli maddeleri ortaya dökmeye mecbur kaldı.

Dahası, Avn’ın hareketinin sürekli olarak pompaladığı “güçlü Cumhurbaşkanı” “güçlü parlamento” söylemleri henüz devletin saygınlığı, egemenliği, birliği ve bütünlüğünde kendini gösterebilmiş değildir. Ne hikmetse mülteciler, yerinden edilmiş kimseler ve BM temsilcilerine karşı kendini zorbalık olarak gösterebilmiştir.

Bu nedenle, maalesef, Lübnan’ın çoğunluğu artık zayıf ve yenilmiş “mezhebi devletçiklerden” başka bir şey değildir.
Güçlü kazanan ise bir kesimdir sadece…
En azından bir süreliğine…