Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Lübnan: Zor zamanda yönetim | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Lübnan hükümetini kurmakla görevlendirilen Başbakan Saad Hariri’nin iyimser konuşmasıyla Özgür Yurtsever Hareketi lideri ve Dışişleri Bakanı Cibran Basil’in engelleyici cevabı arasında sadece birkaç saatlik fark bulunuyor.

Sık sık yinelediği üzere Başbakan Hariri’nin en büyük kaygısı, kritik ekonomik durumun yanı sıra hükümet kurma işlemini hızlandırmaktır. Böylece hükümet, ülkeyi içinde bulunduğu kritik durumdan ve ekonomik çöküntüden kurtarmak için vaat edilen uluslararası yardım ve kredilerden yararlanabilecek.

Buna karşılık cumhurbaşkanının damadı ve Dışişleri Bakanı Cibran Basil’in öncelikleri tamamen farklı görünüyor gibi. Basil, Hariri’nin televizyon programında ifade ettiği iyimserliği kasıtlı olarak parçalamaya çalışıyor. Görünüşe göre Hariri’nin temel kaygısı, 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşması’nın kalıntıları üzerinde silahlı güçleri kontrol altına alarak farklı bir Lübnan inşa etmektir.

Dışişleri Bakanı Basil’e göre, Hizbullah’ın 2008’den bu yana dikte ettiği ve ‘Görecelik’ yasasının kabul edilip son parlamento seçimlerinin yapılmasıyla güçlenen mevcut güç dengesi, artık Taif Anlaşması’na göre devam etmeye uygun değildir. Basil, açık bir şekilde ifade etmeden Hizbullah’ın silah zoruyla da olsa başbakanın ve Sünni Müslümanların bütün kazanımlarını alıp güçlü bir Hıristiyan lidere verme yolunda ilerliyor.

Bu arada Lübnanlılar, geçtiğimiz Mayıs ayının başında yapılan parlamento seçimlerinin üzerinden yaklaşık 5 ay geçmesine rağmen yeni hükümetin doğmasını beklemeye devam ediyor. Lübnanlıların büyük bir kesimi, gelecek hükümetin mevcut hükümetten daha iyi olacağı noktasında önemli işaretlerin bulunmamasına rağmen iyimser olmayı tercih ediyor. Belki de Başbakan Hariri, ekonomik iyileşmeyle siyasi krizlerin çözüme kavuşacağını ve Lübnanların nezdinde ortak çıkar paydası oluşturacak refah meyvelerinden yararlanmayı düşünenlerden birisiydi.

Üstelik Lübnan krizi, finansal yardıma ve yatırımlara dayalı sihirli iyileşmeden daha karışık ve daha derin olmasına rağmen 1943’ten beri bağımsız Lübnan tarihi, sermayenin mezhepsel ve politik gerilimi azalttığı dönemlere şahit oldu. Tabi sermaye, mevcut gerilimi kökten çözemedi.

Eski Cumhurbaşkanı Kamil Şemun (Camille Chamoun) devri (1952-1958), bu dönemler arasında yer almaktadır. Ki Arap askeri darbeleri ve özellikle yabancıların sahip olduğu özel sektördeki büyük kurumları kamulaştırmaya yönelik politikalar, sermayenin bu kurumlardan çıkmasına ve yatırımların Lübnan’a kaymasına yol açtı. O dönemde Lübnan güvenli ve sağlam bir sığınaktı. Çünkü Lübnan, serbest ekonomiye, bankacılık işlemlerinin gizliliğine ve turizm, eğitim ve hastane gibi aktif hizmet sektörüne sahipti. O dönemi yaşayan neslin hatırlayacağı gibi Doğu ve Batı arasında Soğuk Savaş’ın neden olduğu kutuplaşma, ittifak politikaları –ki Bağdat Paktı bunlardan birisidir- ve Arap-İsrail arasındaki çatışma ortamında yaşanan şiddetli bölgesel çatışmaya rağmen ülkede bir tür istikrar hâkimdi.

Aslında Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır, tarafından desteklenen ve Chamoun’un yeniden cumhurbaşkanı olmasını engelleyen 1958 devrimi, nispeten hızlı ve sınırlı bir maliyetle atlatıldı. Devrimin ardından dönemin ordu komutanı olan Cumhurbaşkanı Fuad Şihab’ın devri başladı. Ki Şihab, zekâsı ve uluslararası destekle ordunun parçalanmasını engelledi. Öte yandan Şihab, kurumsal ve politik bir reform süreci başlattı. Bu reform süreci sayesinde Lübnanlılar, bölgesel çatışmaların olduğu bir ortamda ekonomik iyileşmeden belirli bir süre yararlandı.

İkinci tecrübe ise 1975 ve 1990 yılları arasında meydana gelen Lübnan savaşının sonlarında Cumhurbaşkanı Refik Hariri’ye aitti. Yeniden insana ve altyapıya yönelik yapılan yatırım ve sermaye, Lübnanlıları keşfetmeye başladıkları ölüm girdabından çıkartmak için önemli bir faktördü. Öyle ki Lübnanlılar, tüm dış müdahalelerin bedelini ödemişlerdi. Çünkü partiler, örgütler ve otoriteler dış güçlerin peş peşe yardımlarını almışlardı.

Gerçekten çoğu Lübnanlı, barışın ve uzlaşmanın kendi yararlarına olduğunu fark etti. Buna rağmen bazıları, Taif Anlaşması’yla gelen çözümün karşısında yer aldı.

Lübnanlı akil kimselerin ve iyi niyet sahiplerinin idrak ettiği gibi Taif Anlaşması’nın içerisinde nihai çözümün yer almadığına işaret etmeliyiz. Suriye ve Irak krizinin ortaya çıkarttığı gibi Lübnan ve çevresindeki çatışmanın kökleri, geçmiş asırlardaki birikimlere dayanmaktadır. Siyasi kültürlerin, kronik öfke ve efsanelerin üzerini bir kalemle çizip akiller ve vizyonistler arasına kardeşliği getirmek imkânsızdır.

Ancak Taif Anlaşması, bir yandan talep edilen çözüme ulaşmak için gerekli zemini sağladı. Bu anlaşma, gerekli bir adımdı; fakat kesinlikle yeterli değildi. Aksine bu adım, sağlamlaştırılıp yapılandırılmaya ihtiyaç duymaktadır. Diğer yandan başta Esed rejimi ve İran yönetimi olmak üzere bölgesel oyuncular bulunmaktaydı. Bunlar, anlaşmayı onayladıklarını iddia ediyorlardı. Fakat aynı zamanda onlar, içerden anlaşmayı parçalamaya çalışıyorlardı. Çünkü kendilerini Lübnan’dan çıkartan bir uzlaşmada Esed rejiminin ve İran yönetiminin bir çıkarı yoktu. 2011 yılından sonra açıklığa kavuştuğu üzere bu uzlaşma, İran nüfuzunun Doğu Akdeniz’e uzanması önünde bir engel teşkil ediyordu.

Onlara ve Hıristiyan ulusal vatanını hayal eden bir avuç Lübnanlıya göre Taif Anlaşması, bir şekilde engellenmeliydi. 22 Kasım 1989 yılında Cumhurbaşkanı Röne Muavvad’ın suikasta uğramasının ardından -ki Röne Muaavvad, Taif’teki katılımcılar tarafından kabul edilen bir başkandı- 1992 yılında ikinci adım atıldı. Şöyle ki o dönemde Lübnan’a tutunan Suriye rejimi, Taif Anlaşması’ndan sonra yapılan ilk genel seçimlere yönelik kapsamlı Hıristiyan halk boykotunu görmezden geldi.

Daha sonra Suriye rejimi, Taif anlaşmasını iki yoldan engellemeye çalıştı. İlki, Suriye-Lübnan istihbarat servisidir ki 2011 öncesi Suriye’deki istihbarat şeklinden çok da farklılık göstermeyen Lübnan istihbaratı, Lübnan’ı yönetme konusunda söz sahibi oldu. İkincisi ise bölgede İran’ın en büyük yatırımı ve destekçisi olan Hizbullah’tır.

2005 yılındaki Refik Hariri suikastı, Taif Anlaşması’nı ortadan kaldırmanın ayrılmaz bir parçasıydı. Şu an meydana gelen şey, Hıristiyan cephesiyle de olsa İran’ın Lübnan üzerindeki hegemonyasını pekiştirmeye yönelik bir girişimdir.