Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Lübnan’da son durum | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Lübnan’ın siyasi dağarcığının içinde ‘Boşluğa düşme tehlikesi’, ‘İstikrar’, ‘gerçekçilik’ ve ‘çatışmaların birbirine bağlanması’ gibi yeni türeyen kelimeler kendine yer edindi…

Bu terimler uluslararası şaşkınlıktan ve bölgesel dengelerin bozulmasından dolayı doğan yerel bir durumun tezahürüdür. Uluslararası yeni bir sistem üzerine, minimum düzeyde dahi olsa, anlaşma sağlanana dek taktiklerle vakit geçirme ve stratejilerin zıtlaşması, kesişmesi ve kamufle olması dönemindeyiz.

Lübnan’da olup biteni ve bölgesel dengesizliği irdelemeden önce dünyayı etkileyen üç büyük topluluğun içinde olduğu şaşkınlıktan bahsetmekte yarar var.

Bir sene önce, Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en ‘Solcu’ yönetiminden en ‘Sağcı’ yönetimine kaydı.

Amerikan siyasi sistemi “kontroller ve dengeler” ilkesine dayansa da, Beyaz Saray’a giren ilk Afro-Amerikalı olan Barack Obama’nın seçilmesi, ülkenin sosyal ve siyasi algılamalarında yapısal değişikliklerin bir işaretiydi, ya da en azından Kasım 2007’de öyle göründü.

Sonra, Kasım 2016’da saat sarkacı tam tersi yönde hareket etti ve Donald Trump Başkan seçildi. Trump, sadece muhafazakar ve militan Cumhuriyetçi bir aday değil, ayrıca «siyasi Müessese’nin» dışından bir işadamı, daha önce herhangi bir siyasi pozisyonda bulunmaksızın, Cumhuriyetçi Parti’nin geleneksel liderliğine karşı bir ön savaşı verdi. Trump’ın seçilmesi kamu oyunun havasında hatta Amerikan siyasi kültürünün bünyesel değişiminin başka göstergesi sayılabilir; çünkü, “aşırı sağ”dan “aşırı sol’a geçiş, çeşitliliğin bir zamanlar gücünün kaynağı sayılan «göçmen topluluğu’ndaki» derin bölünmenin varlığını ortaya koymuş oldu…

Bu seçim bu toplumun çoğulculuktan, açıklıktan, hoşgörüden ve başkalarının kabulünden korktuğunu ortaya da koydu.

ABD’de olanlar Batı Avrupa’da da yaşandı; Avrupalı bir çok ülke dünyayı saran globalleşmeye karşı içinde potansiyel olarak bulunan ve sesi de kendine olan güveni de geri dönen bir ‘ırkçılıkla’ cevap verdi.

Bu fenomen aşırı milliyetçiliğin, hatta ırkçılığın, Avrupa’ya getirdiği problemleri unutmuş gibi görünüyor…

Bu problemlerin en sonu da 20. yüzyılda Varşova paktı ve Sovyetlerin düşüşünden sonra Balkanların dağılması olmuştur.

Dünyanın nüfus olarak en güçlü iki ülkesi Çin ve Hindistan’ı barındıran Asya’da ise nükleer Kuzey Kore, Çin Denizinin Güneyindeki Spratly Adalarının mülkiyeti, Hint Kıtasının çatışmaları, Myanmar ve Çin’in Sincan Bölgesi olarak bilinen Doğu Türkistan anlaşmazlıkları karşısında çıkarların ve hesapların çeşitlenmesi yaşanmakta.

Bu üç küresel bloğun meşguliyetleri Ortadoğu’ya bir biçimde yansıyacaktı. Bu gerçek, bölgedeki iyi organize olmuş üç gücün, İsrail, İran ve Türkiye’nin, rekabeti için zemin sağlayacaktı, her bir ülke faydasına olanı istediği gibi elde etmese de, en azından payına düşeni almayı isteyecektir.

Donald Trump’ın dünkü kararı yani Kongrenin kararının efektif hale sokarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, Amerika Birleşik Devletlerinin İsrail’e yetmiş yıldır verdiği siyasi ve askeri desteğin ete kemiğe bürünmüş halidir.

İran ve Türkiye’de ise düşmanlıklar ve ittifaklar sahnesinde değişiklikler olduğunu gördük. Soğuk Savaş döneminde İran ve Türkiye Washington’un müttefiki iken, her bir ülkenin ‘Siyasal İslam’la ilgili ‘kendi medreseleri’ni uyguladıktan sonra Washington ve Moskova ile olan ilişkileri özlü bir değişime uğradı. Hem İran hem Türkiye, Milli kimliğini kaybeden ve o kimlik yerine başka bir kimliği yerleştiremeyen Arap Dünyasında yer edinmek için, kendi ‘İslami’ sloganlarını kullandı.

Tahran, 1979’da Humeyni devriminin ilk gününden bu yana bölgesel hegemonyayı hedefleyen müdahaleye “Devrim İhracı” sloganıyla başladı ve bu slogan ilk Irak-İran savaşına neden oldu. Daha önce batıya gitmeyi ve Avrupa ailesinde yer almayı düşünen Türkiye ise, daha sonra istenmeyen olduğunu keşfetti. Böylece Necmettin Erbakan, daha sonra Recep Tayyip Erdoğan dönemlerinde Türkiye, at değiştirip, Arap dünyasında ve Batı Asya’da Doğuya ve Güneye yöneldi.

2011 yılında «Arap Baharı» olarak bilinen hareketlenmeler üç bloğun kendi arasında rekabet etmesine neden oldu. Rekabetin Arap halklarının özlemleri ve hayallerinin hesabına olması rakip güçlerin pek umurunda değildi. İran 2003 yılında Irak’ın işgali ve 2008 yılında Lübnan üzerinde 2008 kumanda ile kontrol kurmakla erken ilerleme kaydederken, Türkiye alana girerek paralel şekilde Suriye ve Mısır’da, daha sonra da Libya’da da ilerlemekle İranlılara yanıt verdi. İsrail ise, hem Filistin Devletinin kurulması fırsatını erkenden öldürmek, hem de bölgenin yaralarını kanatmak ve gücünü israf etmek için gelişmekte olan Sünni- Şii çatışmadan yararlanmaya karar verdi.

2011’e gelindiğinde İran Irak ve Lübnan üzerindeki kontrolünü sağlamış ve Yemen’de Husiler üzerinden sakin bir yatırımı yönetiyordu. İran Milisleri Türkiye’nin tarafında yer alan güçlerle Suriye’de birkaç yıl savaşırken, Rusya alana inip Türklerin özlemlerine set vurdu. Washington’un Kürtleri desteklemedeki işgüzarlığı ise hem Tahran hem Ankara’nın Astana’da koordinasyona girmeyi hem de pay almaya razı olmayı itti. 2013 yazında ise, kendini Ocak Devriminin galibi sayan ve Mısır’da 2012 ve 2013 yıllarında yönetimde bulunan İhvan’a destek veren Ankara Mısır’da büyük bir hezimete uğradı.

Bu esnada, Lübnanlılar, Devlet Başkanı Refik El Hariri’inin öldürülmesinin ardından 2005 yılında Suriye güçlerinin geri çekilmesinin anlamsızlığını anlamaya başladı. Lübnanlılar, Suriye rejiminin ‘Direniş’ adı altında ülkelerinde bulunan İran işgalinin bir başka yüzü olduğunu sonradan anladı.

Lübnanlıların politik çatışmaları, eskiden olduğu gibi, vatanın oluşturulması için gerekli olan toplu bilincin önünde duran en büyük engel olduğunu anlamış değiller. Bugün, Lübnan hala işgal altında, işgali meşru kılan uluslararası desteğe sahip olması da işi daha da kötü kılmaktadır.

‘Boşluğa düşmenin’ tehlikelerinden dem vuran, ‘İstikrar’ ve ‘gerçekçilik’ bahanelerini öne süren bazı liderle de bu işgali meşru kılan bölüşmeye de razı olduğu anlaşılıyor.

Bu liderlikler durumun farkında değillermiş gibi davranıyorlar, kendilerinden istenen her şeyi, istenen ritimde yerine getirmelerine rağmen!