1962’nin ortalarındaki Hac mevsiminde Mevdudi’nin Mekke’de Dıhlevi Camiinde verdiği vaazının sonuç kısmında “Bugünkü Müslüman’ın Görevi” başlığıyla verilen ve tavsiye nitelikli konuşmasının amacını analiz etmek istiyoruz.
Tabii ki, İslami hareketlerin gençlerini kasıp kavuran “İslami Davet” meselesi, bu vaazın verilmesinden bir veya iki yıl ya da yıllar öncesinde de vardı ve o Hac yolculuğunda aniden ortaya çıkmış bir mesele değildi. Mevdudi’nin kendisi de bu konuya muhakkak önceden değinmiş gerekli müzakereleri yapmıştı.
Buradaki soru şu: Bu davet belirli bir ülkedeki belirli bir İslami gençlik tarafından mı başlatıldı yoksa birden fazla Arap ve Müslüman ülkeyi ve birden fazla İslami gençliği de içermekte miydi?
Böyle bir sorunun cevabını sağlıklı bir şekilde vermeyi engelleyen – ne yazık ki – olgu İslamcıların siyasi tarihlerine takıntılı olmalarıdır. Sorun şu ki, eğer şartlar onları bir olayla ilgili konuşmaya zorladıysa, aldatma, sahtekârlık ve yanıltmadan uzak bir konuşma yapamıyorlar. Son zamanlarda ortaya çıkan birçok belge, 1950’lerin sonlarından itibaren Mısır’daki üç İslamcı gençlik grubu tarafından iktidara baş kaldırma veya bir darbeyle devirmenin düşünülmeye başladığını ortaya koydu. Bu dönem bunun yolunun Müslüman Kardeşler’in (İhvan) yeniden gizlice inşa edilmesinden geçtiği düşünülüyordu. Bu durum, Mevdudi’nin bu tavsiyelerinin bu genç kitleye yönelik olduğu anlamına mı geliyor yoksa başka ülkelerdeki diğer Müslüman gençleri de içeriyor mu?
Hintli İslamcılardan bazı Mevdudi takipçileri, mürşidleri ve önderleri olan Mevdudi’nin, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in, hükümetleriyle silahlı bir çatışmaya girmesini onaylamadığını söylüyor. Muhtemelen bu sözleri bu konferanstaki tavsiyelere binaen söylüyorlar, zira Seyyid Kutub liderliğindeki 1965 yıllarının İhvan hareketi veya 1954’te Cemal Abdünnasır’a başarısız bir suikast teşebbüsünde bulunan İhvan hareketi bu türden bir nasihati dikkate alarak hareket etmiyorlardı.
Mevdudi bu konferansın sonuç kısmında, siyasi durumu değiştirmek için Müslüman gençlerin şiddet, savaş ve silahı kullanmasına karşı çıkmıştı. Mevdudi’nin bu fikri savunma nedeni ulu’l emre (Yönetici) itaat’in ihlal edilmesi ile alakalı bir durum değildi. Bilakis kendisi bu konuya dini anlamda oldukça sert bir yaklaşım sergilemektedir. Ona göre gerçek anlamda ne İslami bir hükümet ne de İslam devleti vardır. Yazmış olduğu eserlere baktığımızda Arap ve İslam âleminde de sahih bir İslam anlayışı ne şimdi ne de önceden var olmuştur. Yine ona göre İslami bir hükümet ya da sahih bir din anlayışı sadece Hz. Osman dönemine kadar kısa bir süreliğine yaşanmıştır. Mevdudi’nin din anlayışı ile kendi ülkesi Hindistan’daki Sünni âlimler ve bütün Sünni âlimlerin din anlayışı aynı değildir. Mevdudi, Sünni fıkıh anlayışının “ulu’l emre itaat’in şartları” meselesini ele aldığı şekliyle ele almamış, farklı bir yaklaşım sergilemiştir. Bilakis kendisi çağdaş dönemde bu meseleyi tenkit etmiş ilk Sünni mütefekkir olduğu söylenebilir. İlk ve son dönem İslam âlimlerinin bu konuya yaklaşım tarzlarını da tenkit etmiştir.
İslami gençlik tarafından yapılması planlanan darbenin başarısızlığa uğramasından korktuğu için karşı çıkmıyor, zira bir başka tavsiyesinde şunları söylemişti: Diyelim ki bir dereceye kadar başarılı oldunuz. Ya sonrası…
Mevdudi buna karşı çıktı, çünkü İslam toplumlarında kapsamlı ve radikal bir fikirsel darbe yapmayı arzu ediyordu. Darbenin kademeli, yavaş ve çok boyutlu olarak yapılmasını savunuyordu. Ona göre darbe üç cahiliye anlayışına karşı yapılması gerekir: Tam cahiliye, şirk cahiliyesi, ruhbanlık cahiliyesi… Bunlara karşı yapılacak bir darbe çalışması zaman alacaktır. Bu çalışmalar meyve vermeye başladıktan sonra ardından bilindik mekanizmalar aracılığıyla siyasi darbe gerçekleştirilir. Elbette siyasi durumu değiştirmek için gerekli mekanizmalar şiddet, savaş ve silahtır. “Diyelim ki bir dereceye kadar başarılı oldunuz. Ya sonrası…” sözüyle kastettiği işte buydu. Yani gerçek anlamda fikri bir darbe yaptıktan sonra ancak iktidarı işgal etme konusunda başarılı olabilirsiniz.
Kendi özel bakış açısına göre; Müslüman bir toplumunda kapsamlı ve radikal bir fikri darbe yapmadan, her türlü sınıfsal tabakada bunu tamamlamadan aceleyle hükümete karşı yapılacak siyasi darbe, istenen neticeyi vermeyecektir. Zira hemen akabinde -onun resmettiği tabloya göre- karşı bir cahiliye darbesi gerçekleşecektir. Böylece erken dönmelerde gerçekleştiği gibi cahiliye anlayışı bir kez daha İslam’a galebe çalacaktır. Elbette bu onun zayıf iddiasıdır.
Mevdudi burada, siyasi darbe yapmak için aceleci davranmak ile Raşid Halifeler dönemindeki hızlı fütuhatlar arasında benzerlik kurmaya çalışmıştır. Raşid Halifeler döneminde İslami fetihlere hızlı bir şekilde girişilmesi yani İslami hükümetin hızlı bir şekilde genişlemesinin, Raşid Halifelerin ilk dönemlerinde cahiliye aklının İslam’a yeniden galebe çalmasının iki nedeninden biri olduğunu söylemiştir. Ve bu hızlı fetihleri açıkça olmasa da zımnen tenkit etmekte ve bu konuda aceleci davranıldığını ima etmektedir. Ona göre Cahiliye döneminin gelenekleri tekrar canlanmaya başlamış, İslam’daki toplumsal nizama yeniden sızmak için bir yol bulabilmiştir.
Mevdudi’nin katı din anlayışı ve kendisine has bakış açısı nedeniyle yapmış olduğu bu karşılaştırma böyle bir itirazı beraberinde getirmiştir. Mevdudi’nin vermiş olduğu vaaz ve içeriğine dönecek olursak; kendisi, dini hassasiyetlerle hamasi davranan İslami gençliği mütereddit bir konuma sokmuştur, zira vermiş olduğu konferansın içeriği ile sonuç kısmındaki nasihatler birbiriyle çelişkili durmaktadır. Konuşma metninde gelen her bir cümle İslam ülkelerindeki iktidarlara baş kaldırma ve onları ele geçirme ve İslam’ın galip gelmesi için Batıyla savaşmaktan bahsederken, Konferansın sonuç kısmı ise gençleri donanımlı olmaya, kendini zapt etmeye, sabırlı davranmaya, uzun soluklu ve meşakkatli bir yola rıza göstermeye davet etmekte ve ancak bu şekilde cahiliye dönemini yaşayan iktidarın ele geçirilebileceğini ve batıdan İslam’ın intikamının alınabileceğini söylemektedir.
Bu gençlerin dini duygularını kullanarak Batı kültürü ve uygarlığına karşı nasıl kışkırttığını sömürge sonrası bağımsızlık dönemi Müslüman yöneticileri ve İslami hükümetleri nasıl kötülediğini şu satırlara bakarak görün:
“Batılı sömürgeciler, malımızı mülkümüzü soysalardı, servetimizi yağmalasalardı, bizi soykırıma uğratıp öldürselerdi, evlerimizi tahrip etselerdi; medeniyetlerinin ve sömürgecilik kültürlerinin zehirlerini bizlere doğru yaymak suretiyle hepimize uyguladıkları haksızlıktan daha çirkin ve kötü bir suç işleyemezlerdi. “İslam ülkelerinin her bir bölgesinde kontrol ve baskıları arttıkça, eğitim ve öğretim sistemimizi tamamen ortadan kalktı, şayet imkân olup bu okullardan mezun olabildiler ise ayak işleri kabilinden işler dışında herhangi bir iş bulamadıkları gibi hiçbir itibarları da olmadı.” Müslüman yöneticiler ve İslami hükümetler –Mevdudi’ye göre bunlar bu vasıfları hak etmiyorlar ve ona göre bu iki kesim sömürgeciliğin yeryüzündeki temsilcileridir ve bir anlamda yeni nesil sömürgecilerdir- hakkındaki düşüncelerine gelecek olursak: “Müslüman yöneticiler materyalist felsefeden ve dinsizlik akımından etkilenip zehirlenmişler, cahiliye taassubuna(Bununla çağdaş ulusalcı düşünce yapısını kastediyor) Ahlaki çözülmeye ve her türlü rezilliğe duçar olmuşlardır.”
Mevdudi, Müslüman yöneticileri ise sömürge sonrası bağımsızlık çağında İslam’a ihanet etmekle suçlamaktadır. İslam ise, -onun nezdinde- bağımsızlıktan sonraki ihanetin ilk kurbanıdır. Sonra yine onların sözde batıl eylemlerini kınıyor ve şu şekilde sorguluyor: “Kıymetli kardeşlerim! Bu yaşadıklarımız, İslam tarihinde görülen en büyük ihanet, siyaset alanında ortaya çıkan en büyük yalan ve gök kubbenin gördüğü en büyük sapkınlıktır.”
Mevdudi bu ithamlarını yöneltirken, ne bağımsızlık için mücadele eden İslami bir hükümet ve yöneticiyi ne de ülkesi hiçbir şekilde sömürge veya yabancı istilaya maruz kalmamış İslami bir hükümeti istisna etmemiştir. Bu aşağılayıcı ithamlarından hiçbir İslam beldesini de istisna etmemiştir. Sömürgeciliğin neden olduğu “Fikri yenilgi, ahlaki çöküş ve kültürel bağımlılık” şeklindeki iddiaları doğrudan ya da dolaylı sömürge yüzü görmemiş ülkeleri de dâhil ederek dillendirmiştir. O konferansında şunu da söylüyor: “Sömürgecilik, on sekizinci yüzyılda İslam ülkelerine demir attı ve bu yüzyılın başlarında zirveye ulaştı. Sömürgecilerin köleleştirilmesinden arta kalan küçük devletler hariç tüm İslam ülkelerinin kontrolünü ele geçirdi. O sömürgenin uğramadığı devletlere isabet eden yenilgileri yeni yenilgiler izledi, kendi ülkelerinde zillet yaşamaya başladılar ve etraflarındaki diğer İslami ülkeler gibi bir çöküş yaşadılar. Fakat özgürlükleri sömürgeciler tarafından ellerinden alınmış kişilerden daha fazla eksiklik ve mahrumiyet duygusu yaşadılar.”
Bu sözüyle aslında Türkiye’yi kastediyor. Ona göre Türkiye, Batı kültüründen etkilenmiş ve aldığı yenilgilerden sonra yenilmez gördüğü modernleşmeye yönelmiştir, fakat bu yenilgiler işin bahanesi olmuştur, zira Batı kültürü ve modernleşmeden etkilenmiş aşağılayıcı ve utanç verici bir sebep bulmak istemiştir. Suudi Arabistan ve Kuzey Yemen’in durumu Türkiye gibidir. “sömürgecilikten kurtulmuş olan az sayıdaki” ülkelerdir. Ancak bu iki ülke aynı şeylere maruz kalmamasına rağmen bunları da istisna etmemiştir. Onları da “Fikri yenilgi, ahlaki çöküş ve kültürel bağımlılık” çemberine almıştır. Devamını sonraki yazılara bırakalım.