Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Muhalif radikal örgütlerin ümmetin meselelerinden kopması | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Radikal örgütleri ve teröristleri eyleme, şiddete ve öldürmeye sevk eden itici gücün artık içerde ve dışarıda ümmeti ilgilendiren meselelere gösterilen tepkiden kaynaklanmadığına işaret eden vakalar çoğalmaya başladı. Böyle olduğuna dair varsayım, yani Arap ve Müslüman dünyasına gelen muhalif radikal örgütlerin bu türden tepkilerinin olduğu görüşü nispeten eskiye dayanmaktadır. 2001’de yaşanan el-Kaide hadisesine kadar bu örgütlere olan yaklaşımım kamuoyundakine benzerdi. Bu konuyu 2006’da Prens Suud el-Faysal’la müzakere etmiştim. ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden sonra bu örgüt hakkında yazdıklarımdan ve konuştuklarımdan haberdardı. Bana şöyle demişti: Bunlar küresel ya da kamusal düzeyde hilafet teorisine sahipler ve Amerika’ya düzenledikleri saldırılara rağmen yaptıkları her şeyde biz Arapları ve Müslümanları hedef alıyorlar.” Bu bakış açısını dikkate almak gerekir. Aksi takdirde felaket meydana geldiğinde ve sonrasında meseleyi anlamadan öylece kalakalırız! Prens Suud el-Faysal’ın on yıldan uzun bir süre önce öngördüğü şey bugün gerçeğe dönüştü. Bununla ancak teröristlere önyargılı olan veya gerçekten bunlara kuşkuyla yaklaşanlar mücadele ediyor.

Sina’daki Ravza Camii felaketinden ve ABD Başkanı’nın Kudüs kararından sonra bu örgütlerin eylemleri ve onları sevk eden nedenleri üzerinde yeniden düşünmeye başladım. Şu an DEAŞ olarak isimlendirilen, öncesinde ise “Beytü’l-Makdis Hamileri” veya buna benzer ada sahip bu örgütün yaptığı sadece ibadet eden Müslümanları topluca öldürmek ve Mısır güvenlik güçleri ve askerlerini katletmektir. Bu insani ve dini bir sapmadır. Selim bir aklın kabullenebileceği bir şey değildir. New York Times’ta yazı kaleme alan Amerikalı bir yazar, bu katilleri ABD’deki Protestan mezhebine mensup bir meczup olan David Koresh tarafından yönetilen tarikata benzettiğini okumuştum. Bu meczup, yaklaşan kıyameti karşılamanın bir parçası olarak takipçilerinden kendilerini öldürmelerini istemişti. Onlarca kişi bu utanç verici eylemi gerçekleştirdi veya buna zorlandı. Çünkü aralarında herhangi bir karar verme yetisine sahip olmayan çocuklar da vardı ve Müseyleme’nin kehanetlerine uymak durumunda kaldılar.

İstihbarat elemanları yıllardan beri cinayet ve eylem temalarının sadece “vahşet idaresi” gereği insani ve inanç sapmalarından kaynaklanmadığını biliyor. Bilakis Sina hadisesinde olduğu gibi Mısır’ın istikrarını sarsmak isteyenlerin adına sinir savaşı yürüten istihbarat ve paralı askerler tarafından da gerçekleştirilebilir. Ya da Filistin, Aksa ve Kudüs’te olduğu gibi dinleri mukaddesatlarıyla beraber Müslümanlardan nefret ettirmek isteyen radikal Siyonistler adına yapılabilir.

Bizler bunların düşünce ve eylemlerini dinde bir sapma olarak değerlendirdiğimizde ki zaten İslami anlayışı tahrif ediyorlar, onlar da İslam dünyasındaki devletlerin ve toplumların meşruiyetini, birbirine bağlı iki olguya tabi kılarak değerlendiriyorlar: Şeriat tatbiki ve bunu uygulayan eden rejim veya devletin ikame edilmesi. Durum böyle olunca icra ettikleri mukaddes göreve istinaden kurmak istedikleri rejim de kutsal olmaktadır. Çünkü onlar nazarında din ile şeriat eşanlamlıdır. Bundan dolayı dini, silahlı bir örgüte dönüştürüyorlar. Bu örgütün temel görevi ise öncelikle İslam dünyasında yaşayan gafil ve doğru yoldan sapmış Müslümanları kendi rejimlerine boyun eğdirmek. Çünkü onlara göre bunlar yoldan çıkmışlardır ve tekrar İslam ahkâmına boyun eğmelidirler. Bu şekilde kamu idaresini eşit vatandaşlık zemininde yürüten devleti kendi asli fonksiyonunun dışına çıkarıyorlar. Örgütlerin bu devlet anlayışı, Müslümanların kendi tarihlerinde ve yaşadıkları bu dönemde şahit oldukları bir şey olmadığı gibi şu geniş âlemde de rastlanılası bir şey değildir.

Söylediklerimde daha açık ve net olmak adına şunu ifade etmeliyim. Bu örgütlerin sahip oldukları bu anlayışla Ümmetin dertleri ve meselelerine ne kadar uzak olduklarını anlamak için bunların sadece Irak, Suriye, Yemen, Libya, Nijerya, Somali ve sahil ülkelerinde yaptıkları eylemleri takip etmek yeterli değildir. Bilakis hâkimiyet kurdukları yerlerde “Şeriat Organları” olarak isimlendirdikleri yapılarla işlemiş oldukları eylemlere bakmak gerekir. Bu organlar vatandaşları baskı altına alma ve onları günlük hayatlarında cendereye sokma hususunda kendilerinden geçmiş durumdalar. Bu örgütlerin farklı kollarının birbirleri hakkında vermiş oldukları fetvalarda diğerlerini tekfir etme ve kanlarını helal görme oldukça çoğalmış durumda. Gerekçe olarak da “bu veya şu örgütün İslam ahkâmını daha doğru uygulaması veya diğerinin uygulamaması veya doğru yoldan çıkmış olmasını” gösteriyorlar. Dolayısıyla da onlarla savaşmak gerekir. Onların hepsini- karşı çıktıkları rejim öldürmeden- kendileri ortadan kaldırmalılar. Doğrusunu söylemek gerekirse uzun yıllar boyunca silahlı örgütler bu eylemlerini “Öncelikler Fıkhı” adı altında işlenen fıkhi konulara dayandırdılar. İşlemiş oldukları eylemler sadece dini, ahlaki ve sosyolojik gerçeklik hususundaki cehaletlerine dayanmıyor. Bilakis miras ettikleri fıkhi birikimleri kendi emelleri doğrultusunda bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu tür bir bilinç, yerel, bölgesel ve uluslararası aktörlerin belli bölgeleri parçalamasına yardımcı olduğu gibi elde ettiklerini iddia ettikleri hedefleri tersine çevirmek için örgütlerin kullanılmasını da kolaylaştırıyor. Suriye’de yaşanan durum tam da budur. Bu militanlar, İsrail’le beraber sınır boyunca kalan alanları kontrol ediyorlar, asker veya yerleşimcilerle hiçbir çatışmaya girmiyorlar. Bir başka ilginç olay da şu anda Kuzey ve Doğu Suriye’de yaşanıyor. DEAŞ’lı silahlı militanlar Ruslar, İranlılar ve rejim milisleri tarafından kontrol edilen bölgelerden çatışma ya da saldırı olmaksızın geçebiliyorlar. Niçin? İdlib yakınlarında bulunan başka Müslüman cemaatlerle sırf dini anlama bakımından farklılık olduğu veya dinden çıktığı gerekçesiyle savaşmasına imkân tanımak için. Onlar da güya düşmanlarını yeni görmüşler gibi birbirleriyle savaşıyorlar.

Usame bin Ladin’in ve örgütünün geride bıraktığı belgeler ve çökmekte olan DEAŞ örgütünün sabotaj ve sığınmak için yeni mekânlar aramasına bakılırsa “yakın düşman”la savaşın halen öncelikli mesele olarak devam ettiğini görüyoruz. Bu “yakın düşman” Mısır, Suudi Arabistan gibi Arap ve İslam devletleri ve topluluklarıdır. “Uzak düşman” ise ya görmezden gelinmiş ya da onunla direk işbirliğine gidilmiştir. Bu bazen ABD olabildiği gibi bazen de İran ve İsrail olabilir.

Şu an büyük sorunlarla karşı karşıyayız. Bazısı ulusal devletlerimizin güvenlik ve istikrarına, vatandaşlarının hayatlarına yönelik olabildiği gibi bir kısmı da ülkemiz ve Ümmetimize yönelik uluslararası ve bölgesel politikalardan miras kalan sorunlardır. Bunlardan en önemlisi Filistin’in işgalinin devam etmesi ile Arap ve İslam’ın Kudüs meselesidir. Bu silahlı grupların esas hedefi ise mevcut ulusal devletler, toplumlar ve rejimlerimizin birliğini ve istikrarını bozmaktır. Bunun için de İsrailli ve İranlı işgalcilerin ve destekçilerinin lehine doğrudan veya dolaylı eylemlerde bulunmaya devam etmektedirler.

Yemen’de el-Kaide ve DEAŞ’a intisab edenlerin yaptıklarına bir bakalım. Her iki taraf da Şebve ve el-Bayda başta olmak üzere birçok bölgede Husilerle beraber hareket ediyorlar. Fakat yine de Aden, Hadramut ve Marib gibi bölgelerde yaşayan sivillere karşı terör eylemlerinde bulunmaya da devam ediyorlar. Bazen de ortak hareket ediyorlar. Husiler, İranlılara Yemen’i ele geçirip İmameti geri getirmesi için yardım ediyorlar. Muhalifler, aslında olmayan bir devlet kurmayı başaramadıklarından dolayı toplumları ve ulusları yıkmaya kararlılar. İranlılar ve onlardan etkilenenler Filistin ve Kudüs’ten bahsediyor ve imparatorluğu yeniden kurmak için Bağdat, Şam, Beyrut ve Sana’yı işgal ediyorlar. Hem de bu sefer Ehl-i beyt adına. El-Kaide ve DEAŞ bizleri öldürmek hususunda kararlılar. Zira artık Ümmetin diğer davaları hususundaki idrakleri ve hassasiyetleri tamamen kaybolmuş durumda. Dolayısıyla asıl ve tek düşman biziz artık.

İşte bu yaptıklarının din ve dünyamıza etkileri bakımından akıl almaz bir suçtur. Söz konusu ayrımcı muhalifler buna ortak oluyorlar. Sloganlar ve afişler eşliğinde topraklarımızda fesat çıkarıyorlar: Amerika’ya ölüm! İsrail’e ölüm!