Meşhur sanatçı Abdulhüseyin Abdurrıza’ya rahmet dilemenin caiz olduğu söylense akil bir kimsenin bununla ilgileneceğini zannetmiyorum. Biliyoruz ki rabbimizin rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Yine biliyoruz ki rabbimiz, rahmetinin manalarını anlamaktan aciz olan kimselerden daha cömerttir. Öyleyse o kimselerin sözleri üzerinde durmaya gerek yoktur.
Fakat söz konusu tartışma, genel olarak üzerinde düşünmeyi gerektiren bir meseleyi gün yüzüne çıkartıyor. Örf ve âdetin reddettiği halde dini kaynaklara dayanarak bir görüş ileri sürersek ne yapacağız? Bu görüşten vaz mı geçeceğiz? Yoksa insanlara bu görüşü dikte mi edeceğiz?
Bu soru, mezkûr tartışmada açık ve netti. Birtakım din adamları, sevilen bir sanatçıya rahmet dilemenin caiz olduğunu reddediyor. On binlerce insan kınayarak ve değerli sanatçıyı savunarak onlara cevap verdi. Hak vermek gerekirse bu muazzam tepkiden dolayı şaşırdım. Benim dışımdaki insanlar da şaşırdı. Bazı yazarlar, bu meseleyi geçmiş yıllarda Arap toplumunu damgalayan keskin bölünmenin gerilediği şeklinde yorumladılar.
Velhasıl kamuoyunun bir meseleye doğru yönelmesi, söz konusu meselenin yeni bir konu çerçevesini teşkil ediyor. Dolayısıyla yaygın hükmün aksine yeni bir fıkıh hükmü araştırmak gerekiyor. Şu anki konumuzla alakalı olarak şer’i hüküm, muhalefet eden ister bidatçı, sapık, kâfir ya da ateist olarak vasıflandırılsın, muhalif olanla inanan arasındaki ilişkiyle bağlantılıdır. Hipotezimiz şudur: Bu tür özel hükümler, dini ya da mezhep esasınca ortak bir toplumsal düzen içerisinde ortaya çıkmıştır. (Toplumsal Birlik: Toplum ) Bugün ise biz, çoğulculuk ve çeşitlilik arz eden bir toplum içerisinde yaşıyoruz. (Ekonomik-Siyasi Birlik: Metropol) Böyle olunca toplumu oluşturan üyeler, kültürel geçmişten ya da içinde bulunduğu sosyal aidiyetten etkilenmeyen çıkar ilişkilerine göre aralarında işbirliği yapmaya eğilim gösteriyorlar.
Eğer bu durum doğruysa şöyle söyleyebilirim: Dini farklılıklara rağmen ilişki konusuyla ilgili hükümler, artık mevzubahis olmaktan çıkıyor. Çünkü önceki hükümlerle ilgili konu, hâlihazırda varlığı olmayan toplumsal şartların bir parçasını oluşturuyor. Hükmün konusu ortadan kaybolduğunda, ona bağlı hüküm de ortadan kaybolur.
Tarihi şartları, basit bir sebepten dolayı kamuoyunun eğilimlerine bağladım. Genel çerçeveyi ifade eden kamuoyu, sosyal yapıda yani kültür, değerler, ekonomi, sosyal ilişkiler sistemi ve genel kaygılar alanında meydana gelen değişiklikleri ortaya çıkarıyor. Herhangi bir meseleye karşı cumhurun ya da muteber bir kesimin bakış açısı, ya da söz konusu meseleye karşı tasarrufu değiştiğinde bu durum; mezkûr meselenin dayandığı çıkar kuralını oluşturan yapıda da bir değişim meydana geldiğini gösteriyor. Değer çerçevesi ise, toplumun ahlak ve davranış sistemi içerisinde meselenin konumunu belirliyor.
Herhangi bir meseleyi, tarihi ve sosyal çerçevenin dışında incelemek mümkün değildir. Meselelerin boşlukta yüzen ya da bağımsız konuları yoktur. Aksine söz konusu meseleler, toplumsal yapının içerisindeki bir unsurdur. Problemin konusu, toplumsal yapı diye isimlendirdiğimiz büyük fotoğrafın parçalarından birisidir. Bu yapı, insanın etrafını kuşatan ve çevresiyle ilişkisinde meydana gelen değişiklik, bilgisinin artması ve çevresinde karşılaştığı zorluklar sebebiyle zamanla devamlı değişen bir oluşumdur.
İslam fakihleri, konuların değişmesine bağlı olarak hükümlerin de değiştiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bugün ortaya attığım şey, sadece aynı mesele üzerinde değil, aynı zamanda problemin yerleştiği toplumsal şartları da kapsayacak şekilde konuyu geniş bir şekilde tanımlamaktı. Bu önsözü kabul etmek, toplu muamelelerle ilgili çoğu hükümleri etkileyen genel bir kanunun esasını teşkil ediyor.