Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

‘Orta Çağ’ söylemi ve günümüz problemleri | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Günümüzün Arapları ve Müslümanları, ne zaman büyük kriz yaşasa, Orta Çağ karanlığı ve İslam ve Müslüman tarihinin bin yıllık düşüş/gerileme hikâyesi tekrar gündeme getirilir.

Bu söylem aslen, Avrupa medeniyeti tarihçilerinin icadıdır. Onların iddiasına göre; ‘Beşinci yüzyıldan itibaren Avrupa, Yunan ve Roma uygarlıklarından koptu ve 15. yüzyıla kadar Kilise ve feodalizmin egemen olduğu bir dönem yaşandı, bu yüzden de, fikri, dini, politik ve kültürel düzeyde karanlık bir çağ yaşandı. Avrupa bunların hepsinden ancak, coğrafi keşifler, dini reform ve İslam medeniyetinden yararlanarak kurtulabildi.’

Avrupa’nın geçmişine dair bu görüş, 20. yüzyıl Fransa’sında ortaya çıkan “Annales” Okulu tarihçilerinin çalışmalarıyla sarsıldı.

Ancak, ortaçağ Avrupa tarihine dair “Karanlık Medeniyet” söyleminin ortaya çıktığı zamanlarda, Aynı söylem, İslam medeniyetiyle ilgili fikir ve eserlere de (bilimsel) yayılmaya başlamış ve hatta kök salmıştı!

Bu, uzun zamandır bu şekilde devam ediyor. 19. yüzyılın son çeyreğinde, Avrupa’daki sömürgeciliğe karşı ilk direniş hareketlerinin ortaya çıktığı dönemde, sömürgeci stratejistler, tüm direniş hareketlerini, Orta Çağ’da İslam medeniyetinin düşüşe geçmesinin bir neticesi şeklinde etiketlemeye başladılar, aksi takdirde direnişçiler, Haçlıların Ortadoğu’ya yönelik yürüttükleri bu kutsal savaşa(!) karşı direnişi neden “Cihad” olarak isimlendirsinler ki?!

Bu düşünceleri o kadar dillendirdiler ki artık bu kanaat yaygın hale geldi ve Cemaleddin Afgani ile Muhammed Abduh gibi mücadeleci şahsiyetler, İslam’ın şiddet ve bunun tezahürleriyle alakasının olmadığını, Müslümanların yaşamlarında ve eylemlerinde hâkim olan yozlaşmanın(!) İslam’dan kaynaklanmadığını dile getirerek, İslam’ı savunma durumunda kaldılar.

Bugün dahi elimizde, İslam’da cihadın olmadığını veya sadece savunma amaçlı olduğunu ortaya koymaya çalışan onlarca makale ve kitap bulunmaktadır ve bu çalışmalar yapıldığında henüz ortada ne cihatçılar ne de radikal hareketler vardı.

Orta çağ karanlığı veya bin yıllık gerileme veya bunların olmadığı fikrinin ortaya çıkardığı ikinci kriz, Filistin mücadelesiydi.

Bu bağlamda şunu sürekli dillendirdiler; Yahudiler, iki bin yıldan fazla bir süre önce kaybettikleri vatanlarını yeniden inşa etmek için çalışan mazlum insanlardır.

Ulus-devletler zamanında Batı’dan öğrendikleri medeni yöntemler, onlara şunu söyleme imkânı verdi; Her bir milletin muhakkak bir vatanı ve devleti olmalıdır, Müslümanlar ise bunu kabullenmek istemiyorlar, sebebi ise dini düşünce ve tarihlerinde yaşadıkları o bin yıllık düşüştür.

Dindeki bu yozlaşma ve gerileme, medeni Yahudi milletine karşı savaş açmalarının başlıca sebebidir.

Bu yozlaşma cenderesinden çıkabilseler, İsrail’in aydınlanma sürecinden ve modern İbrani devletinde oluşturulan bu parlak demokrasiden faydalanacaklardı!

Bu fikir ne yazık ki, 40 yıl ve daha fazla bir süredir, medeniyet yozlaşması çağının kalıntılarını devralan Arap entelektüelleri arasında derin bir kanaat haline geldi ve kendilerince Müslümanları geri kalmışlık mirasından kurtarmak için geniş çaplı fikri projeler sunmaya başladılar.

Bazıları problemin kaynağını geriye doğru tarih yolcuğu yaparak bulmaya çalıştı, öyle ki Emevi ve Abbasi devleti dönemine ve hatta İslâm’ın ilk yıllarına kadar gidenler oldu.

Osmanlı ve İsmaililer tarihine dair yazılar yazan Büyük oryantalist Bernard Lewis benzer şeyleri dillendirmeyi tercih etti. Kendince “Müslüman Öfke”nin teorik temellerini araştırmaya koyuldu. Avrupa ve Batı kültüründen nefret eden o bin yıllık yozlaşmayı adres olarak gösterdi.

İslam adına şiddet gerçekten patlak verdiğinde, artık bu söylem herkes tarafından kabul edilen, tartışma götürmez bir mesele haline geldi.

Öyle ki, Avrupalılar, Amerikalılar ve Asyalıların en sert muhalifleri dahi bu çerçevenin dışına çıkmakta zorlanmaya başladılar.

Yeni Oryantalistler ve stratejistler, medeniyetler çatışması ve İslam medeniyetinin saldırganlığı(!) hakkında makaleler yazmaya başladılar.

Suçu sadece o “bin yıllık dönem”e atmakla yetinmediler, bizzat dinin temel kaynağı Kur’an’ı da bu bağlamda ele alır oldular. Meseleyi, ilk dönem Müslümanların tavır ve davranışlarına kadar götürdüler. Bunlara göre, Abbasi döneminde klasik medeniyete yönelik bazı olumlu açılımlar olmuştu, ancak sonradan kapılar yeniden kapandı “eskilerin bilimsel araştırmaları” yeniden kınanmaya başlandı ve karanlıktan beslenen o sert Ortodoks söylem, dünyayı yok etmek için yeniden sahneye çıkmış oldu!

Bu giriş mahiyetindeki bilgiler ve izlenimlerden sonra, Alman bilim adamı Thomas Bauer tarafından yazılan bir kitap sunmak istedim. Kitap 2018’de yayınlandı ve başlığı şu şekildedir: “İslam’ın Neden ‘Orta Çağı’ olmadı?” Kitabına, Avrupa’daki “karanlık çağ” söylemini sarsan araştırmaları sunarak başlıyor, ortaçağ Avrupa’sında meydana gelen kopuşun büyük olmadığını ve İslam medeniyetindeki ilerlemenin, buna büyük bir katkı sunduğunu söylüyor.

Ayrıca yeni Hristiyanlığın mücadele ettiği klasik kültürel dönemlerde, Müslümanların tüm kültürel, bilimsel ve kültürel birikimlerinin kabul gördüğünü ve bunların batı tarafından daha da geliştirildiğini, 12. yüzyılda ve hatta belki de daha da önce Avrupa’ya taşınmaya başlandığını ifade ediyor.

Her şeyde bu kültürel “sürekliliğin” olduğunu, mimarlık, madeni para, cami inşaatı, sulama sistemleri, astronomi ve usturlap araştırmaları, tıp, mühendislik ve hatta dini düşünce, dilsel ve edebi araştırmalarda da bunun yaşanmaya devam ettiği vurguluyor.

Bu yeni kitabında, eski kitabında değindiği ‘Ortaçağ İslam düşüncesindeki çoğulculuk’ fikrini hatırlatıyor ve bu çoğulculuk ve çeşitliliğin Kur’an ilimleri ve onun tefsirinden başlayarak, edebi eleştiriye, astronomi ve matematiğe kadar ulaştığını ifade ediyor.

Bauer ayrıca, 100 yıl boyunca İslam uygarlığı hakkında yapılan uygulamalı bilim tarihi araştırmalarının, İslam ve Müslümanların medeniyet tarihi ve düşünce tarihi üzerinde etkili olmadığı fikrinin nasıl savunulabildiğine hayret ediyor. Şu soruyu sormadan da edemiyor: Şu ya da bu yazar İslam ya da Müslümanların “acımasızlığı” hakkında nasıl konuşabilir, medeniyet krizi, sömürgecilik ve hegemonyanın yükseldiği bir zamanda gerçekleşmedi mi? 19. yüzyıla kadar, -McNeill ve Hodgson 18. yüzyıla kadar der- İslam uygarlığı hala astronomi, tıp, teolojik ve felsefik teorilerde bilim insanları üretiyordu. Uygarlığın küçümsenmesi ve 20. yüzyıldaki ulus-devlet deneyimlerinin başarısızlığı sonucu ortaya çıkan kriz dönemi, kendi kendini yok eden bir isyanı yaygınlaştırdı. Harici ve Karmati isyanları, bu isyanlara kıyasla çocuk oyuncağı kalır!

Thomas Bauer son kitabında değil de “Belirsizlik ve çoğulculuk” kitabında Müslümanların Ortaçağ medeniyetindeki çok seslilik ve hoşgörüyü yansıtan ilginç bir örnek verir.

Örnek, “Kur’an Müfessirlerinin yöntemleri” adlı kitaptan alınmış. Adiyat suresinin ilk üç ayetinde “Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan atlara… Yemin olsun…” buyrulur. Bauer der ki; Kur’an’ı yaklaşık 800 yıldır tefsir etmeye çalışan müfessirler, bu ayetlerde geçen kelimelere birçok anlamlar yüklemişlerdir. Mücahidlerin kullandıkları atlardan meleklere, oradan İslam davetçilerine kadar pek çok anlamlar verilmiştir. Bu anlamlardan birini tercih eden bir müfessir, başka bir müfessirin verdiği farklı bir anlama karşı çıkmıyor ve bu anlam çeşitliliğini, ilahi hitabın henüz anlaşılmadığı şeklinde değerlendirmiyor.

Bauer, bu fikrin aksini savunan bazı Müslüman müfessirlerden de iktibaslar yapıyor. Her biri sadece bir anlamı tercih ediyor ve sonrasında ilahi hitabın tek bir anlam içermesi ve açık seçik olması gerektiğini, zira Müslümanların ancak bu şekilde ayetle amel edebileceğini ifade ediyor. Yazar Bauer bu düşünceyi şöyle tenkit ediyor; Evet, bu müfessirler son derece katılar ve bunlar, her şeyde kesinlik arayan Dekartçı modernitenin bir ürünüdürler, farklılıkları kabul etmezler ve bunu kafa karıştırma şeklinde telakki ederler. Zira onlar her şeyin tek tip olmasını isterler!

Müslümanlar, kendilerinden ya da başkalarından kaynaklanan herhangi bir üzücü olaya duçar olduklarında, ilk akla gelen her nedense bin yıllık gerileme, İslam’ın köktenciliği ve bunun neden olduğu şiddet oluyor.

İslam âlimleri veya stratejistlerden olsun, batı üzerine araştırma yapanlar için artık bu durum tahammül edilemez bir hal almıştır.

Birkaç gün önce, ABD’de parlak beyaz bir adam, bir sinagogda birçok Yahudi öldürdüğünde, Avusturyalı bir sağcı şöyle demiştir: “Bu mantıksızdır: Adam ya deli ya da İslam kökenlidir!

Bauer’in kitabını, Columbia Üniversitesi’nin tanınmış profesörü ve ‘Hristiyan-İslam Medeniyeti’ kitabının yazarı Richard Bollett’in önünde övünce güldü ve şöyle dedi: Son kitabından haberim var, kendisi akıntıya kürek çekiyor, zira Bernard Lewis ve Martin Kramer ve benzerlerinin mantığına göre: Eğer İslam’da karanlık bir Orta Çağ yoksa onu yaratmalıyız!