Haşim Salih
Büyük düşünür Muhammed Arkoun, kadim asırlardan bu yana Fransa ve İslam Dünyası arasındaki ilişkileri konu edinen bir kitabın hazırlanmasında editörlük yapmıştı.
Arkoun, 70’e yakın Arap ve yabancı araştırmacının makalesinin yer aldığı bu kitaba kendisi de katkı sağladı. Alban Michael Yayınevi tarafından basılan kitap 1200 sayfadan oluşuyor ve Arap-İslam Dünyası’nın Fransa ile olan ilişkilerine dair oldukça doyurucu bilgiler içeren bir bilgi hazinesi gibi. İslam dünyası ile bütün bir Batı dünyası arasındaki ilişkilerin zor sınavlar verdiği bu dönemde, olayları açıklamak için bu kitaba temel bir kaynak gözüyle bakabiliriz. Kitabın iki önsözü bulunuyor. Ünlü Tarihçi Jack Loughouf kısa bir önsöz yazarken, Prof. Dr. Muhammed Arkoun ise uzunca bir önsöz kaleme almış.
Loughouf, yazdığı önsözde şunları söylüyor; “Avrupa Birliği içinde Fransa’nın ülkedeki Müslüman nüfusa kucak açarak onlara haklarını vermesi gerekir. Fransa’nın, bunun yanısıra, İslam mirasının Aydınlanma felsefesiyle birlikte var olmasına saygı duyması lazım.” Başka bir deyişle özgür ve laik Fransa’da dini fanatizme yer yok. Müslümanlar, Fransız kültürüne entegre olmak istiyorsa Altın çağında Avrupa’nın kalkınmasının da temelini oluşturan kendi miraslarına bağlı kalabilirler. Jack Loughouf’un önsözünden anladığımız bu. Loughouf bu sözleri 2013 yılında Fransa’yı kana bulayan patlamalardan önce yazmıştı. Kendisi, bu olaylardan önce vefat edince olayları göremedi.
İslam Aleminin, İslam tarihi alanındaki en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Muhammed Arkoun ise önsözünde şu anlama gelebilecek cümleler kullanıyor; Olayları daha doğru anlamamız için İslam Alemi’nin tarihsel seyrinin, Fransa ve Avrupa’nın tarihsel seyrine aksi istikamette olduğunu bilmemiz gerekir.
“Osmanlı’nın Arap-İslam Altın Çağıyla İlgisi Yoktur”
İslam Medeniyeti, Bağdat’taki Abbasi hakimiyetinde ya da Endülüs’teki Kurtuba hakimiyetinde altın çağını yaşarken Avrupa derin bir uykuda, skolastik karanlık çağında ilim ve felsefeyi inkar ediyordu. Avrupa, 16. Yüzyılda derin uykusundan uyandığında ise İslam Alemi duraklama devrine girmiş ve derin bir uykuya dalmaya başlamıştı. Bunun sonucunda da Avrupa ve İslam Alemi arasında yanlış anlaşılma ve nihayet çatışma meydana geldi. Peki dört yüz yıl boyunca dünyaya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu hakkında ne söyleyebiliriz? Osmanlı dönemi kalkınma ve aydınlanma devrimiydi? Bu soruyu Arkoun cevaplıyor; “Kesinlikle hayır. Osmanlı İmparatorluğu, İslam Aleminin duraklama asrına denk geliyor ve Arap-İslam altın çağıyla alakası yoktur.”
Osmanlı İmparatorluğu dönemi, Arap altın çağına kıyasla İslami bir imparatorluk olarak siyasi, askeri ve mimari gücü ortaya koymuştur fakat felsefi ve ilmi alanda İslam Medeniyeti’ne büyük bir katkı sağlamamıştır. Avrupa Kopernik, Newton, Hegel ve daha yüzlercesiyle Aydınlanma çağını yaşarken, Osmanlı’nın şeyhleri İslam Alemi ile Avrupa arasında oluşan bu uçurumu ancak çok sonraları fark etmiştir.
Bu noktada, tekrar Arkoun’a kulak verelim; “Osmanlı İmparatorluğu’nun, kendisinden önce gelen Arap ve Türk kardeşlerimizde dahil Müslümanlara ardıllık yapamamasının sorumluluğu büyüktür. Bu yüzden, Erdoğan’ın ‘Yeni Osmanlı’ nidalarıyla yeniden kurmaya çalıştığı Osmanlı hegemonyası, Araplar nezdinde herhangi bir karşılık bulamayacaktır. Basit bir sebeple; çünkü Osmanlı, askeri, baskıcı ve karanlık bir imparatorluktu. Felsefe, özgürlük ve aydınlanma yoktu. Nihayetinde Araplar, bir kabus olarak görüyor, şevkle dönülecek bir geçmiş olarak değil. Bununla birlikte İhvan-ı Müslimin fikrinin hakim olduğu Erdoğan Türkiyesi’nin, Sisi’nin Mısırına ve İslam’ın aydınlık çağını yeniden canlandırmak isteyen diğer Araplara liderlik yapması mümkün değildir.
Başka bir deyişle ya “aydınlanma İslamı” ya da “İhvan İslamı” Ya Altın çağdaki İslam ya da duraklama çağındaki İslam. Bu tavır koca Türk halkına düşmanlık anlamına gelmiyor. Türk halkı komşumuz ve kardeşimizdir. Türkiye’deki aydın cenahın hali hazırdaki İhvancı cenaha üstün gelememesi bize olumsuz yansıyacaktır. Türkiye’de aydın ve kültürlü bir sınıf olduğunu bildiğim için bunları söylüyorum. Fakat bu sınıf hali hazırda mağlup durumda. Arap aydın cenahı kazanamazsa bu durum aynı şekilde Türkiye’deki aydın cenaha da yansıyacaktır. Akıbetimiz birbirimize bağlı. Hepimiz aynı gemideyiz.
Bu kitapta ye alan önemli bölümlerden birini değerlendirirken sayın Meryem Sebti’nin yazdığı bir değerlendirmeyi ele alalım. Sebti, Fransa’daki Bilim Araştırma Merkezi’nde faaliyet gösteren bir profesör. Kendisi aynı zamanda, İbni Sina düşüncesi alanında uzman. Bu alanda “İbn-i Sina: Beşeriyetin Özü” adlı bir kitap yazdı. İbn-i Sina ve Farabi arasındaki fikirsel ilişki hakkında bize ne diyor? Farabi’nin İbn-i Sina’nın öğrencisi olduğunu biliyoruz. Sebti, Arap filozof ve aydınların, Avrupa’nın karanlık çağdan Aydınlanmaya geçmesinde büyük pay sahibi olduğunu ifade ediyor. Avrupa’nın 13. Yüzyılda başlayıp 14 ve 15. Yüzyıllarda devam ettirdiği kalkınmanın temelini tamamen bu iki filozof olmak üzere Arap aydınların eserlerinin tercümeleri oluşturuyor. Sebti, sözlerini açıklarken, 12. Yüzyılın ikinci yarısında Endülüs’te yazılan eserlerin tercümelerine dikkat çekiyor. Bu tercümeler, Avrupa’nın uzun süren gafletinden uyanmasına vesile oldu. Avrupalı Hristiyanlar, ilk olarak, başta gemicilik ve tıp ile alakalı eserler olmak üzere Arapça bilim eserlerini tercüme ettiler. 1150 yılından sonra ise Farabi ve İbn-i Sina’nın eserlerine yöneldiler. Bunlarla birlikte “Akıl Risalesi” eseriyle büyük Arap düşünürü el-Kindi’yi keşfettiler. Fakat Avrupalıların İbn-i Sina’yı anlaması onun karşıtı olan İmam Gazali ile oldu. İmam Gazali, felsefe hakkında iki önemli eser yazmıştı. Birincisi, “Makasıd’ul Felasife” ikincisi “Tehafet’ul Felasife”. Gazali sözü geçen ilk kitabında Farabi ve İbn-i Sina’nın görüşlerini öyle bir eleştiriyor ki, Avrupalılar onun bir filozof olduğunu düşündü. İkinci kitapta ise artık onun bir filozof olduğuna ikna oldular. Gazali’yi hem filozoflar hem de din alimleri hanesine yazdılar.
Onun İbni Sina ve bütün filozoflara şiddetli saldırılar gerçekleştirdiği biliniyor. Aynı zamanda onun filozoflara yönelik şiddetli saldırıları sonrası İslam Aleminde çok fazla filozof yetişmediğini de biliyoruz. Gazali, akılcılığı ve felsefeyi benimseyen bütün fıkıhçıları tekfir edince duraklama çağına girmiş olduk. Avrupa’nın ilim ve düşünce yoluna girdiği bir dönemde bizim neden gerilemeye başladığımızın nedenini düşündüğümüzde bu manzarayla karşılaşırız. Onlar ilim ve felsefeyi kutsarken biz ise Gazali’nin saldırısıyla İbni Sina, Farabi ve İbni Rüşd gibi alimlerin bu alanda bize bıraktığı mirası yok etme yoluna gittik.
Kitaptaki en önemli bölümlerden biri de “Oryantalizmden İslamiyat İlimlerine” başlıklı bölümdür. Arap-İslam Araştırmaları alanında uzman Profesör Daniel Righ tarafından kaleme alınan bu bölümde Oryantalizm, Paris’te kurulan doğu dilleri okulu ve ilk büyük müsteşrikleri ele alıyor. Bu oryantalistlerin en önemlilerinden biri, Sorbonne Üniversitesi’nde hocalık yapmış ve 1950 yılında Arap Dili ve Edebiyatı Kürsüsü’nde ders vermiş Régis Blacher’dir (1900-1973) Kendisi aynı zamanda Kur’an-ı Kerim hakkında da önemli çalışmalar yapmıştır. Bunlardan akla ilk gelenler, “Kur’an Tercümesi” ve “Kur’an’a Giriş” çalışmalarıdır. Blacher’e şöhreti getiren asıl eseri ise üç ciltlik Arap Edebiyatı Tarihi adlı eseridir. Blacher, eserlerinin yanı sıra birçok öğrenci de yetiştirmiştir. Bu öğrenciler daha sonra Arap Edebiyatı üstadları olmuştur. Bunların aralarında en önemlisi, kendisi de birçok öğrenci yetiştiren Andrea Michel oldu. Bu dönemde yetişen Maksim Rodinson, Jack Perck ve Charle Bila gibi Fransız müsteşrikleri de unutmamak lazım. Bunların pek çoğu Arapça eserleri tercüme edecek seviyeye gelmişti. Aynı şekilde Fansan Montel de (1913-2005) ismi anılması gereken şahsiyetlerdendir. El-Gufran Risalesi’nin Fransızcaya tercüme edilmesini kendisine borçluyuz. Bundan başka bir eser ortaya koymasaydı bile sadece bu eser, kendisi için gurur duyulacak bir eser olarak yeterdi. Bu risale, Dat lehçesiyle yazılmış Arap Edebiyatı’nın harikalarından biridir. Montel’in çok zor bir metni çevirdiği bilinen bir gerçek. Öyle ki bu eseri üniversite öğrencilerinin anlaması için modern Arapça’ya yeniden tercüme etmeye ihtiyacımız var diyebiliriz.
Kitapta, De France Koleji hocalarından kaleme alınmış “Aydınlanma Çağından Üçüncü Cumhuriyete Fransız Düşüncesinde İslam” başlıklı bölüm başta olmak üzere önem verilmesi gereken başka birçok bölüm daha var.
Tunuslu Abdulvahhab el-Mueddeb tarafından yazılan kitabın sonuç bölümünü de unutmayalım. Kitabın bu bölümü, yazarın Tunus ve Paris’te elde ettiği birikimi ortaya koyuyor. Yazar Arap ve Avrupa entellektüelizminin bir meyvesi. Sonuç olarak, kitapta üzerinde durulmayı hak eden birçok bölüm var fakat bu yazının hacmi bu işi yapmamıza maalesef imkan vermiyor.