Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Ortadoğu’da Modernizasyon… Kayda değer bir sahne | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Bugüne kadar aydınlar her zaman sadece bir kavrama odaklanarak geleceğe dair kehanette bulunup yaşadıkları dönemi kavramaya çalışırlardı. Kırklı yılların sonundan itibaren, yani işgal dönemlerinin tarihin karanlık sayfalarına gömülmesinden itibaren ise; en meşhur kavram ‘modernizasyon’ ile onunla ilişkili olan ‘kalkınma’ ve ‘gelişim’ gibi çeşitli değişkenler idi.

Ancak modernizasyonu gerçek anlamda açıklamak ve anlamak her zaman zor olmuştur. Hatta bazı ülkelerin gelişim ve kalkınma amacıyla kullandığı örnekler bile asıl modernizasyon kavramına yakın değil.

Yetmişli yıllarda, İran’ın başkenti Tahran, modernizasyona ilgi duyan aydınlar için favori bir bölgeydi. Ayrıca kendi fikirlerini ve isteklerini test etmek isteyenlere engel olmayan ve uygun zemin uygulayan bir destinasyondu. Daha önce işgalcilere boyun eğmemiş ve onların sömürgeci politikalarını kendine örnek almamış, tam tersine modenizasyon ideolojilerine azımsanmayacak kadar fazla önem vermişlerdir.

Benim gibi bir gazeteciye göre Gunnar Myrdal ve W. W. Rostow, Ji K. Galbraith ve Raymond Aaron ve Henry Lefebvre, Carlo Schmidt ve Talcott Parsons, David Apter gibi yıldızı parlayan insanlara ulaşmak, rakibi ya da ortağı olmadan kocaman bir pasta dükkanında tek başına gezmek gibiydi.

Bu saygıdeğer ziyaretçilerle harika zamanlar geçirmek ve resmi olmayan samimi sohbetler etme fırsatı bulmuştum. Ve mesajları netti: ”Acele edin… modernizasyonda acele edin!”

Modernizasyon teması, Tahran’da o dönemin televizyonlarının tartışma programlarında geniş çapta yer bulmuştu, o dönemin tanınan aydınları Ortadoğu’yu, modern dünyanın sahnesine çekme yöntemlerini tartışmıştı. O zaman farkında olmadığımız bir konu vardı, o da en meşhur batı kalıplarını kullanarak doğu toplumlarımızın ne kadar modern olabileceği…

Asırlardır ahlaki normların pusulası olan örfler, şimdilerde anlamsız olarak addediliyor, hatta “gericiliğin ve cehaletin başlıca göstergeleridir” deniyor. Kabile, aşiret, büyük aile ağları gibi sosyal topluluklar da, artık eskisi gibi milliyetçi devletlerin sultanına paralel bir güç iken, günümüzde yavaş yavaş yavaş dağılarak yerini elit sınıflara ve merkezi hükümete bıraktı.

En hızlı ve mümkün yöntemlerle batılılaşma en önemli hedefti. Bu, günümüzde çürümüş, gevşemiş ve gömülmüş orijinal geleneksel kültürün çökmesine mal olsa bile.
Aslında bu iki düzeyli kültürü koruyarak mükemmel bir örneğe sahip olan ülke Japonya oldu. Batılaşmaktan kaçmayan bu devlet, geleneksel değerlerine ve orijinal kurumlarına sahip çıkmış ve onları korumuştur.

Ancak Japonya’ya hayran olanların o dönemde gözden kaçırdıkları bir şey vardı; beğeni toplayan batı kopyacısı modern Japonya’nın Hiroşima ve Nagazasaki cehenneminin üzerine bu medeniyeti kurarken, ABD işgaline katlandı.

Buna müteakiben gözardı edilen şey, Japon usülü modernleşmek adına ateş hattında kalmayı kabul etmekti. Zira böyle bir durumu biraz düşündükten sonra çok az kişi kabul eder.

Göz ardı edilen bir başka husus ise bizim aziz bölgemiz, mutlu Ortadoğu, kendi kendine modernleşmek için birçok ülkeden aldığı yöntemi, yeni yönetim şekli, yeni yönetici, sıkı kontrol ve baskı metotlarıyla bütünleştirdi.

Bu durum, Batılılaşmış kesimin geleneksel kesimin üzerinde olmasını sağladı. Aynı kesim şu an, batıdan ilham alarak şimdiki yöneticilerinden kurtulmak istiyor. Örnek vermek gerekirse; Ayatollah Khomeini’nin devrim hitabı birçok tezinde Müslüman filozoflardan ve farklı asırlardan din alimlerden çok, Lenin’in Marksizminden ve Stalin’in komünizminden esinlendiğini görmek mümkün.

1979’da mollaların İran yönetimine gelmesi, ‘batılaşma’ yönündeki büyük sıçramanın göstergesidir, o zamanki faaliyetler ve olaylar ‘devrim’ adını aldı. Devrim kelimesi de batı kökenli ve fars dilinde tam karşılığı olmayan nir kelimesidir. (bu yüzden kaos anlamına gelen ”inkılap” kelimesini kullanmak zorunda kaldılar, Araplar ise ”mevcut yönetim sistemini devirmek” olarak kullanmaktalar).

Daha sonra mollalar halk referandumu düzenleyerek, yeni anayasa oluşturup batı tarzında bir bayrak tasarladılar. Troçkist tarzda silahlı milisler var ettiler ve Stalin gibi düşünen birçok kişiyi Humeyni’nin etrafında toplayarak kapalı bir halka var ettiler. Geleneksel olarak kullandıkları şu yöntemler kaldı; rehin tutma, kadınları ölene kadar taşlama ve hem gerçek hem sahte muhalifleri toplu idam etme. İnşa ettikleri yeni sistem Farabi’nin, “Erdemli Şehir (El Medinetü’l Fazıla) kitabından çok George Orwell’in ”1984” isimli kitabının konularına benziyordu.

Ve geçen yaklaşık kırk yılın ardından, geleneksel İslami bir hükümet yerine, faili meçhul katil çetelerinden oluşan kuruluşlar inşa etmek istediği ortaya çıktı, hatta karşılaştırmak gerekirse, durumun orta çağlardaki Sarbedaran hareketinden bile daha kötü olmaya başladı.

Her şeye rağmen ‘modernizasyon’ dalgası her geçen gün Arap coğrafyamızda büyüyerek, daha geniş bir yankı buluyor.

Bir gece Londra’da bir stüdyodan televizyon yayını esnasında gösterilen Suriye ve Irak’a ait değişik videoları izlerken aklıma bu fikir gelmişti.

‘Modern’ Ortadoğu’yu güçlü ordularla, silahla donanmış askerler ve çeşitli silahlar taşıyan paralı askerler gördüm, ağızlarından farklı dillerde lanet ve küfür yağıyordu. Sanatsal bir tabloyu andıran tanklar, uçaklar ve araçlar vardı. Etrafı dikenli tellerle çevrili mülteci kampları ve oradaki evsizleri gördüm. Etrafında takip kuleleri, o kulelerden hoparlörler vasıtasıyla ‘gerçek’ haberlerin anonsları.

Orada mayın tarlaları vardı, bitkin anneler, çıplak çocuklar, kimyasal silah ve gaz bombaları kurbanları. Irak ve Suriye’ye ateş üstüne ateş yağdıran savaş uçaklarını gördüm, Nazi Almanya’sının 2. Dünya savaşında maruz kaldığından çok daha fazlası. Bu enkaz ve yıkıntılar bize 1945’lerdeki Berlin’i, Varşova’yı ve Lningrad’ı hatılatıyor.Özetle, kelimenin tam anlamıyla gördüğüm sahne ‘batı’ sahnesiydi.

Gördüklerimiz sanki 1918 ya da 1945’in Avrupa’sı gibiydi. Aradaki tek fark fotoğrafın şimdi daha üstün, net ve derin olması.

Suriye ve Irak videolarını izlediğimde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Billy Wilder ve Raoul Walsh’ın Batı Avrupa hakkında yaptığı belgeselleri hatırlıyorum, ya da korkunç felaket Nagazaki ve Hiroşima felaketleri sonrasında ‘pathe’ haber bültenlerini.

Evet saygıdeğer okuyucular, ‘batılılaşma’ ve ‘modernizasyon’ kavramlarına eriştik, farkında olmasak bile. İran bir haftasonu, 4 bin vatandaşı tek seferde, Humeyni tarafından idam edildiğinde ‘modern’ oldu. Dönemin meşhur katili Agha Mohammad Khan Qajar’ın bile aklına gelmeyecek bir fikirdi.

Suriye de Hafız Esad, Hama kentinde 20 bin kişiyi öldürdüğünde ‘modern’ oldu, hiçbir emevi halifenin hayal edemeyeceği bir katliam. Saddam Hüseyin ise, ‘modernizasyon’ şarkısını 5 bin vatandaşını bir günde öldürücü gazla öldürürken söylemişti, Harun Reşid’in asla aklına gelmeyecek olan bir kabustu.

Eskiden hayal kuran jenerasyonun tam tersine, batılılaşma ve modernizasyon rüyası bugün gözümüzün önünde, en büyük teşekkürü de teknolojilere sunmamız gerek. Gözümüzün gördüğü, kalplerimizin kavradığı ve zihinlerimizin anladığından da daha büyük olaylar. Arap coğrafyamızın en ücra köşesine bile ulaşıyor. Ve hepimiz, düşünürlerimiz, avamımız, zenginimiz, fakirimiz, mülteci topluluklarının ve enkaz yığınının gölgesinde toplumlarımızı modernize etmeye çalıştık. Soyu tükenmekte olan adet ve geleneklerden elimizde kalanlar ise düşenin dostu olmak yerine elimizi düşerken yarattığı tozdan çırpmak ve bakışlarımızın üzerine düştüğü her şeyi kınamak.