Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

‘Oslo’ Rabin’in ölümüyle komaya girdi Arafat’ın öldürülmesi ile de can verdi | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Birkaç gün önce, Oslo Anlaşması’nın imzalanmasının 25. Yıldönümüydü. Filistin halkının tek meşru temsilcisi Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail arasında imzalanmıştı.

Bu hassas dönemde İsrail’i İşçi Partisi’nin lideri Başbakan İzak Rabin yönetiyordu.

Belki de burada sadece üzücü değil, aynı zamanda utanç verici olan şey, başta ayrılıkçı Hamas hareketi olmak üzere Filistinliler arasında, merhum Cumhurbaşkanı Yaser Arafat’a (Ebu Ammar) ve şimdiki Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas’a (Ebu Mazen) karşı bir hakaret ve suçlama kampanyası yürütmek için bu anlaşmayı fırsat görenlerin olmasıdır.

1993 yılında atılan bu adımın sorumlusu olarak suçlanan Fetih hareketi, Hem Filistinliler hem de Araplar arasında bir kısım fırsatçıların kendisini ihanetle suçlamasına –ki kesinlikle böyle bir ihanet yok- aldırmamış ve bu anlaşmayı imzalamıştır.

Filistin ve İsrail taraflarınca 13 Eylül 1993 tarihinde imzalanan İlkeler Bildirgesi’nde şunların olduğu bilinmekte:

İki taraf Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni tek bir coğrafi birim olarak görecekler, geçiş dönemi boyunca bu bütünlük korunacak ve bağımsız bir Filistin devleti 1999’da (5 Haziran 1967’deki sınırlar esas alınarak) ilan edilecek ve başkenti Doğu Kudüs olacak.

Hiç kuşkusuz şunu söylemek mümkün -ki Amerikalıların, Avrupalıların, Arapların çoğunun ve aslında tüm dünyanın da görüşü budur- İsrail Başbakanı İzak Rabin, Yaser Arafat ve FKÖ ile imzaladığı Oslo çözümünün iyi neticeler getireceğine emindi.

Filistinliler, özellikle de Fetih liderliği böylesi bir çözüm konusunda oldukça hevesliydiler.

1982’de II. Fas zirvesinin kararlarını benimseyen Ürdün, Mısır ve Arap ülkelerinin çoğu barış adına bu adımların atılmasını ve bu anlaşmanın imzalanmasını arzuladılar ve bu yönde her türlü desteği de verdiler. Tabii ki, buna destek olmayan bazı Arap ülkeleri de vardı, ancak onları burada zikretmeyi gerekli görmüyorum.

Aynı şekilde Filistin içinde buna muhalif olan bir kesim vardı ve bunlar içinde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) nispeten daha rasyonel bir tavır içindeydi.

Ancak bu çözüm yoluna muhalif olan bazı Arap rejimlerine bağlı radikal hareketler de vardı. Sabri el-Benna (Ebu Nidal) ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık (FHKC-GK) örgütünün lideri Ahmed Cibril bunlardan bazılarıdır.

İsrail tarafında ise, 4 Kasım 1995’te gerçekleşen suikasttan sonra İzak Rabin’in yerini alan İşçi Partisi adayı Şimon Peres’i mağlup eden Likud bloğu tarafından temsil edilen güçlü bir İsrail muhalefeti vardı.
Bu muhalif duruşu, İsrail’de en radikal kişi olarak kabul edilen, 1996 seçimlerinde İsrail’in Başbakanı seçilen Binyamin Netanyahu devam ettiriyor. Netanyahu, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan eden ve “Yüzyılın Anlaşması”nın mucidi Başkan Trump’a yakınlığıyla biliniyor.

Gerek Filistin’de, gerekse tüm uluslararası mahfillerde Oslo Anlaşması, İzak Rabin, Tel Aviv’in ana meydanlarından birinde, geniş çaplı bir toplu gösteriye katıldığı esnada, Yigal Amir adında aşırı sağcı bir İsrailli öğrenci tarafından vurularak öldürülene kadar istikrarlı ve doğru yönde ilerliyordu ve Gerçek başarılar da elde edilmişti.

Onun öldürülmesi, Filistinlilerle yürütülen barış sürecinin komaya girmesi anlamına gelmekteydi. Kendisi, Oslo Anlaşmalarını uygulamak ve Filistin Kurtuluş Örgütü, Yaser Arafat, El Fetih ve diğer ılımlı gruplar ile barış sürecini başlatma cesareti gösteren ilk İsrailli yetkili kabul edilir.

Böylece, Rabin’in ölümüyle birlikte Oslo Anlaşması yavaş ölüm safhasına yani komaya girdi, 11 Kasım 2004’te Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat’ın suikasta uğraması ile de can verdi. Suikast dememizin nedeni en tehlikeli zehir ile öldürülmüş olmasıdır.

Dokuz yıl önce suikasta uğrayan Rabin ile aralarındaki fark, birinin zehir, diğerinin ise kurşunla öldürülmüş olmasıdır.

Burada şuna da işret etmekte fayda var, Oslo Anlaşması sadece Likud ve İsrailli radikaller tarafından hedef alınmadı –ki zaten 1995’te Rabin’in suikastı ile pratikte sona ermişti- bilakis, aynı zamanda başta Hamas olmak üzere Filistinli radikal unsurlar tarafından, 1993 yılında imzalanan anlaşmanın ardından, İsrail’e teslim olma anlaşması olarak değerlendirildi.

Ve Hamas hem Batı Şeria’da hem de İsrail’in içinde intihar saldırıları başlattı. Böylece, aralarında yazılı olmayan ve beyan edilmeyen bir ittifak ortaya çıktı; nasıl ki radikalizm tek millet ise mutedil olmak da tek millettir.

Her iki tarafın radikalizm yanlılarının, belki de yılarca devam edecek bir şekilde bu mücadeleyi kazanmış olmaları, büyük bir talihsizliktir.

Burada, şimdi askıda duran Filistin meselesi açısından en kötü ve en tehlikeli olan sadece, Hamas’ın bütün bu yukarıda değinilen operasyonlarla, Netanyahu ve İsrailli radikallerle aynı safta yer alması değildir, bilakis Gazze Şeridi’nde “ayrılıkçı” hareketini gerçekleştirdiği ve 14 Haziran 2007’de askeri darbesini yaptığı zaman, daha da tehlikeli bir sürece doğru evrilmiş olmasıdır.

Bu darbe İsrailliler tarafından Oslo Anlaşmaları’ndan kesinkes vazgeçme bahanesi yapıldı. “Ateşkes” projesini, vaat ettiği “yüzyılın Anlaşması”na dönüştürmeye kararlı olan başkan Trump, şayet bunu gerçekleştirip yürürlüğe koymaya kara verirse, Filistin davası için, yıllarca devam edecek bir kalp krizi mesabesinde olacaktır.

Bu bağlamda işaret edilmesi gereken nokta şudur: İsrail, Oslo’yu Rabin’in öldürülmesiyle birlikte öldürdükten sonra, Batı Şeria’yı üç kez işgal etti. Muhtemelen herkes biliyordur; Abu Ammar zehirlenerek öldürülmeden önce, Batı Şeria’da Ramallah’ta bulunan “boykot” binası kuşatma altına alınmış, bu esnada patlayıcı ve mermilerle öldürülmek istenmiştir. Kuşatma haftalarca devam etmiştir ve 1982 yılında Batı Beyrut’ta kendisine uygulanan kuşatmadan çok daha sert ve korkunç, çok daha tehlikeli ve acımasızdı.

İsrail’in Filistin Ulusal Yönetimi’ne ve FKÖ’ye karşı başlattığı bu savaşlar sırasında, bin tanesi emniyet birimlerinden olmak üzere 5 bin Filistinli şehit düştü. Amacı ise, İsrail’in 1948’de kurulmasından bu yana İsrail Devleti için en tehlikeli olarak gördüğü “Oslo” sürecini nihai olarak tasfiye etmekti, zira radikal sağcı blok bunu ısrarla istiyordu. Bu, İsraillilerle olan çatışmanın, 4 Kasım 1995’te öldürülen Rabin’in ölümü ile sona eren sınırlı bir süre hariç hiçbir zaman durmadığı anlamına gelir. Bu anlaşma 1995 yılından itibaren yok hükmünde olmuştu, ancak çatışmalar Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde farklı biçimlerde ve yıllarca devam etti, şu ana kadar da devam etmektedir. Siyasi ve “barışçıl” bir gelişme olmadığı sürece, bu çatışmaların devam edeceği, “halk direnişi” ve “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü” nün yeniden başlatılması da dahil olmak üzere birçok farklı yöntemin uygulamaya konulacağı gayet açıktır.

Bu nedenle, Oslo Anlaşmaları’nın imzalanmasının 25. yıldönümünde, FKÖ, Fetih, Filistin Ulusal Yönetimi ve Abbas’a bu anlaşmalardan dolayı, yel değirmenlerine savaş açar gibi fütursuzca saldıranlar şunu çok iyi idrak etmelidirler ki, hakkında yerli yersiz birçok söz söylenen bu anlaşma sayesinde Batı Şeria’ya, yurtdışında yaşayan 600 bin Filistinli mülteci geri dönmüştür.

Bu anlaşma sayesinde işgal altındaki Filistin Devleti uluslararası olarak tanınmış ve bu devlet Birleşmiş Milletler’in gözlemci üyesi olarak kabul edilmiştir.

Filistin Oslo süreci sayesinde birçok uluslararası organın üyesi haline gelmiştir.

Bütün bunların yanında, bu anlaşmaların bir gereği olarak başka uluslararası kararlar da alınmaya devam edilmiştir.

Batı Şeria’da kurulan Siyonist Yerleşim birimlerinin uluslararası hukuka aykırılığının ve mukaddes Kudüs’ün İsrail tarafınjdan işgalinin yasadışı ilan edilmesi, ABD Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınmasının reddi ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olmasının kabul edilmemesi bunlardan bazılarıdır.