Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Postmodernizm bitti… Peki yerine ne geldi? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Londra: Nada Hitit

1980’lerin sonuyla birlikte, siyaset, sanat ve kültür alanlarında kendini gösteren ve Batı düşünce temeline dayalı bir akım olan ‘postmodernizmin’ öldüğüne dair fikirler yayılmaya başladı. Birçok romancı, sanatçı, eleştirmen ve tarihçi, o dönemde postmodernizmin klinik ölüm özelliklerini farklı açılardan sunmak için adeta birbirleri ile yarışıyorlardı. Bu durum, Londra’da bulunan Victoria ve Albert Müzesi’nde 2011 yılında açılan, Postmodernizm: Stil ve Yıkım 1970-1990 adlı serginin ziyaretçilerini kabul etmeye başlamasıyla son buldu. Bu sergi, batıda bulunan pek çok kişi tarafından, postmodernizmin, her şeyiyle birlikte gömüldüğü bir cenaze töreni olarak nitelendirildi.

60’ların sonu ve 70’lerin başı gibi başlayan postmodernizm, alternatif bir akım olmaktan ziyade modernizme karşı bir başkaldırıydı. Selefi olduğu modernizm gibi dünyayı yorumlayan ve düzenleyen, büyük fikirleri vardı.

Postmodernizm, bir gün bile kendisini içinde bulunduğu zırhtan dışarı çıkarmayı başaramadan evrensel gerçekler, sosyalizm, din, ilerleme fikri ve hatta tarih kavramı gibi tüm büyük temaları düşürdü. Hatta bir düşünür tarafından, derinlik ve anlam eksikliğinin yanı sıra duyguların azalması ile karakterize bir şekilde tarihsel çerçeveyle ilişkinin tamamen kaybolması ve kapitalizmin geç dönem kültürel mantığının iflası olarak tarif edildi. Batı, ‘gerçek olmayan’ bir kavram uğruna ‘gerçeklikten’ vazgeçti ve ‘bir araya getirilmiş parçalar’ bütünü adına ‘bakış açısından’ uzaklaştı.

Bununla birlikte, Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, yeni binyıl ve 11 Eylül 2001 saldırıları gibi olaylar, dünyada kartların yeniden karıldığını postmodernizmin itici gücünü yitirdiğini ve artık dünya tarih trenini çekebilecek lokomotif olma özelliğini kaybettiğini ortaya koydu.

Fransız düşünür Jean-Francois Lyotard’ın ‘Postmodern Durum’ adlı kitabı, Postmodernizm olarak adlandırılan bu yeni jelatinimsi alan için adeta bir resmi doğum belgesi mesabesindedir. Eğer 1970’lerin başından bu yana başta romanlar olmak üzere edebi biçimlerdeki değişiklikler, resim, dans, oyma gibi kültür ürünleri ve modaya bir göz gezdirirsek farkı görebiliriz. Bu alan özellikle modernist mimar Philip Johnson tarafından 1984’te tasarlanan ABD’li telekomünikasyon şirketi AT&T binası aracılığıyla mimarideki yerini çoktan almıştı bile. Mimar Philip Johnson, fonksiyonel yeniliklerin dışına çıkan, tarihsel bağlamlarından kopan acımasız ve soyut metaforlara dönüşen ve belli bir anlam taşımayan tasarımlara imza attı. Belki de sadece moderniteyi inkar etmek için inandırıcı bir alternatif sunmaya çalışmaksızın bir şeyler ortaya koyuyordu.

Postmodern dönemin söylemi, yazı, mimari veya sanatsal çalışmalarda olduğu gibi kültürel ürün üzerinde edinilebilecek herhangi bir yetki duygusunun soyutlanmasını merkeze alır. Bütün anlamlar mümkündür ve varoluşsal çelişkiler olmadan da birlikte var olabilirler. Bu, Batı toplumlarında egemen olan iktidar yapılarının, yeniden sorgulanmasını doğurdu. İnsanların varlık deneyimini sınıf, cinsiyet, din, uyruk, ırk ve nesnel koşullar gibi çoklu kimliklerin bir araya gelmesi yoluyla anlaması açısından ufuk açtı ve her zaman sıvı halde kalıp hiç bir zaman katılaşmadı. Bu durum şimdiki neslin yaşadığı deneyimin alt yapısını oluşturan atmosferin ta kendisi. Bazı şeyler hala birbiriyle bağlantılı. Kültürel sahneye geç geldiğinin farkında olmayan roman gibi bazı edebi eserlerin bu dönemdeki araçları hala kullandıklarını ve modernizmin ölmeye başlamasının ardından hala onlarca eserin modernitenin araçlarından etkilenmeye devam ettiğini söylemek mümkündür.

Elbette, Batı’da postmodernizmin izlerinin silinmiş olduğunu görmek için yeni bir sinema filmi izlemek, yeni bir müzik eserini dinlemek ya da edebi bir konferansa katılmak yeterli olacaktır. Kısıtlı sayıdaki uzmanlaşmış çevre dışında hiç kimse Foucault, Didera veya Baudelaire’dan bahsetmiyor, gençlerden hiçbiri Umberto Eco, Italo Calvino veya Ilia Delio’yu okumuyordu. Peki ne olmuştu? Johnson’ın binası gibi herhangi bir simge bulamamamıza rağmen postmodernizm nasıl sona ermişti? Fakat en önemli soru şu; postmodernizmin yerini ne aldı? Batı’daki yaşam tarzı ve ritmi hala yönlendiriliyor mu?

Son 25 yıldır yalnızca kültürel üretimin doğasında değil, daha radikal bir şekilde iktidar biçimleri, yapıları ve bilginin anlam ve yöntemleri, batılılar kavramının yanı sıra zaman, mekan ve gerçek algıları ani ve trajik dönüşmelere tanıklık etti.

1992 yılında gönderilen ilk kısa mesaj ile 2003 yılındaki Körfez Savaşı arasında, modern teknolojinin dünya düzeninin kartlarını yeniden kardığı bir an var. Acımasızca her şeyi yeniden tanımlıyordu. Çağdaş insan, yaşamının her alanında, üretir, verimli olur ve tüketir. Tüketici artık sadece kültürel ürünlerin alıcısı değildir. Teknoloji, tüketicilerin rolünü hem üretim hem de tüketimin ayrılmaz bir parçası haline getiriyor. Nasıl mı? Geleneksel televizyonları ve gazeteleri sadece yaşlılar için yaşayan hale getiren yeni internet haberciliği ve izleyicilerin oyları ile dahil oldukları Reality TV programları yaparak. Her okuyucunun potansiyel gazeteci veya fotoğrafçı olduğu yeni basın alanı oluşturarak. Youtube ve diğer elektronik ortamlar ile hayal ettikleri dünya seslerine kolaylıkla ulaşabilme, seçerek dinleyebilme ve müzik alışverişinde bulunabilme imkanı vererek. Gittikçe ilgisini yitiren geleneksel bilgi araçları kitaplar, dergiler, konferanslar ve derslerden, araçlarla yönlendirilen elektronik bilgiye ulaşabilmeyi sağlayan ve tüketicinin tamamen kendi istekleri doğrultusunda filmler, diziler ve belgeseller izlemesi için kullanılan uygulamalar ile bunu yapıyor. Bunların hepsi, iki tarafın kültürel üretim süreci ile olan ilişkisindeki radikal dönüşüme örneklik teşkil ediyor. Bu da, artan bunalımlar, hızlı ve kısa ömür süresi, eylemlerin içeriğindeki benzer değişikliklerle dengeleniyor. Günümüz kültürünün geçmişi ya da geleceği yoktur. Geçicidirler ve geçici olarak tüketicinin başka bir ürüne yönlenmesini sağlarlar.

Yine de yeni nesil, eski kuşağın yokluğunda seyircileri azalan postmodern ürünlere yönelik hiçbir sempati duymaksızın, Alan Kirby tarafından ‘Digimodernism’ olarak adlandırılan, bu yeni çağın ruhunu hayranlıkla bekliyor.

Johnson’un ünlü binasının ardından doğan yeni nesil, şu anki safhayı, muhteşem bir altın rönesans dönemi zihnini yüceltirmiş gibi, yaratıcılık, mükemmellik, profesyonellik ve miras alınan değerlere karşı isyanmış gibi görüyor. En yeni teknoloji ürünlerinin, sıradan bir kişi tarafından günlük sohbetlerde metin üretmek için kullanabilmesiyle bireyselleşmesi, demokratik deneyim kavramının daha önce benzeri görülmemiş boyutlarını ortaya koyuyor.

Bütün bunlar, insanların kendileri, diğerleri ve dünya ile bütünsel ilişkiler sisteminin, doksanlı yıllarında oluşmaya başladığı inancına yol açmaktadır. Sistem, modernizmin yeni bir aşamasına benzediği ve bir önceki aşamayla bağlantısı olduğu iddiasını haklı kılıyor ve biraz daha uzun süre dayanabilecek gibi görünüyor. Böylece, göreceli olarak modernizmden daha uzun bir zaman kök salmış ve istikrar yakalamış olan postmodernizm, bu iki modernite arasında sadece geçici bir döneme, eski toplumlar için bir çeşit geçici vahşete ve henüz doğmamış yeni toplumlar için Gramsci’ye göre anlamsız, negatif ve reddedilen bir boşluğa dönüşecektir.

Tarihsel tecrübenin de söylediği gibi yenilikler, radikal olmalarından dolayı genellikle milyonlarca insanı yutan trajediler ve soykırımlar üretir. Derin bir yabancılaşma hissi verir, birliğin ve bireylerin sayısının azalmasına neden olur. Her ne kadar modernitenin farklı araçları ve yöntemleri olsa da yeni yeniliklerimiz aynı karanlık yoldan geçecekmiş gibi görünüyor. Ancak bu kez daha karanlık bir rotaya sapmış durumda.