Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Radikalizm ve terörle mücadelenin bir başka yönü | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, “Biz 1979 öncesindeki gibi, tüm dinlere, geleneklere, halklara ve dünyaya açık ılımlı İslam’a geri dönüyoruz” demişti.

1979 yılı ne sembol, ne de bir dönüm noktası idi ancak üç olay ortaya çıkmıştı:

İlki, Afganistan’a Sovyet müdahalesi. ABD ise Afgan, Arap, Pakistan ve çeşitli İslam ülkelerinden (1979-1989) mücahidler aracılığıyla karşılık vermiş ve savaş bu marjinal hareketler açısından bir başarı hikayesine dönüşmüştü. Bu hareketlerin atacakları diğer adımlar için de hazırlık mesabesinde olmuştu. El Kaide, bu savaşın en bariz sonucuydu.

Bir diğer gelişme de İran’da ulus devlet üzerinden yapılan İran devrimiydi. Velayet-i Fakih rejiminin kurulmasıyla sonuçlanan bu devrim İran’ın çehresini ve Şii mezhebinin davranış biçimini değiştirdi. Yıkıcı mezhepçi militanlar ortaya çıktı. Bunlar hala Arap dünyasının her tarafına yayılmaya devam etmekte.

Üçüncüsü ise Cuheyman el-Uteybi’nin Kâbe baskınıydı. Dini bir bölünme yaratma ve Suudi ulus devletinin otoritesini zayıflatmaya yönelik bir hamleydi bu eylem.

Bu üç trajik olayın ortak noktası iki şeydir: İslam’da Şiilerin ve Sünnilerin dini, sosyal ve ideolojik geleneğinin yanına bir de şiddetin eklenmesi ve yirminci yüzyılda ortaya çıkan ve hâkim olan Arap ve İslam ulusal devlet sisteminin ciddi manada sarsılması.

İlk iki meselede (Afganistan ve İran), ABD ve müttefikleri arasında uluslararası savaş öne çıkmaya başlarken diğer taraftan ise Sovyetler Birliği’yle soğuk savaş ortaya çıktı. Bu stratejik dönemlerde ABD, sanki ana düşmanlarına saldırmak için bu iki devrimi kullanmaya yöneldi. O tarihlerde (1979) Polonya asıllı Papa II. John Paul, ABD ile ittifak halinde Sovyet kampına inanç ve özgürlük savaşını başlattı. Aynı amaca yönelik olarak ABD ile Şii ve Sünni ayrılıkçı hareketler, komünist kampın devrilmesi için ittifak (ABD bakış açısından yola çıkılarak) yaptılar. Bunun tarafları, sadece İran’da ve Afganistan’da değil, aynı zamanda Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetlerinin kalbine kadar uzanmıştı.

1979 olayları, başta jeopolitik ve jeo-stratejik değişiklikler getirdi; en bariz olanı Sovyetler Birliği’nin 10 yılda yıkılmasıydı. Yaklaşık yirmi yıl ABD’nin tek başına hâkim olduğu yeni bir uluslararası düzen ortaya çıktı. Rusya Federasyonu dengeler ve iki kutupluluğu düzeltmek için onlarca yıldır savaşıyor olsa da, büyük jeodinamik değişiklikler hâlâ geçerliliğini sürdürüyor. Katolik dünyada bunun yansımaları pek olmamış olsa da, Protestanlık, Hinduizm, Budizm ve Yahudilikte yansımaları oldu. En güçlü etkisini de İslam üzerine bıraktı: “Yeni Şiilik” ve “Yeni Sünnilik” arasında, İran ile Araplar arasında ve Sünni radikal hareketler ile mevcut ulus devletler arasında…

1990’lardan bu yana, birçok Arap ülkesi aynı anda üç tehditle karşı karşıya:

Birincisi, Sünni İslam’ın içerisinde ortaya çıkan dinsel ayrışma/ayrımcılık tehdidi. Suudi Arabistan, Fas ve Mısır gibi güçlü devletlerin haricinde hiçbir devlet bu tehditle etkili bir şekilde mücadele edememiştir.

İkincisi ise, İran devriminin getirdiği, mezhep ile ulusallığı bünyesinde barındıran “Yeni Şiilik” tehdididir. Amacı Arap toplumlarını parçalamak ve devletleri zayıflatmaktır.

Sünni dinsel ayrım ile Şiilik arasındaki temel farklılık, Sünnilik dışlanıp marjinalize edilirken, Şiilik mezhebi hâkim kılınarak referans haline getirilmiştir.

Üçüncü tehdit, günümüzde bazen terörle mücadele bazen de boşluğun veya stratejik boşluğun doldurulması bahanesiyle sürekli tekrarlanan uluslararası müdahalelerdir. Arap dünyasında ve Afrika’da bu gerekçeyle bu türden olaylar yaşanmaya halen devam etmektedir.

İlk tehdit (şiddete dayalı iç dinsel ayrışma) karşısında Arap devletleri, güvenlik ve istikrarı, toplulukların ve ulusların birliğini savunmak için güç kullandı. Bu sadece din adına şiddeti önlemek için yapılması zaruri bir hareket tarzı değildi, bilakis bölgesel ve uluslararası taraflar, Arap ve İslam dünyasında hedeflerine ulaşmak için bu şiddet gruplarını yeniden yönlendirdikleri için gerekli bir tavırdı.

Bu şiddet hareketlerinin bir kısmı siyasal İslam temellidir ki onlar ‘İslam, Din ve devlettir’ gerekçesiyle hareket etmekteler.

Bazısı ise stratejiktir; Şii veya Sünni radikal hareketlerin üstünlük sağlamak amaçlı hareketleri gibi…

Aynı zamanda, son 10 yılda, büyük dini kurumlar ve bağımsız mütefekkirler, din adına radikalizm ve şiddetle mücadele meselesine müdahil olmuşlardır. Bunu da din adına yapılan şiddeti kınayarak ve önemli dini kavramların çarpıtılmasını eleştirerek yapmaya çalıştılar. İktidarlar ise bunu yeterli bulmadılar, zira şiddet gerilemediği gibi İslam’ın dünyada ve içerideki imajında bir iyileşeme meydana gelmedi. Beş yıldan fazla bir süredir, dini kurumların, iktidarların (devletlerin) aksine, din adına yapılan bu şiddetin/terörün köklü sebeplerini anlayamadıklarını fark ettim. Herkes gibi, bu tür şiddet olaylarının sadece bahsi geçen üç tehdide bir tepki olduğunu zannettiler. Ve sonra bu dini kurumlar, endişe verici bu fenomen yeni olduğundan dolayı, mücadele edebilecek bir yeterliliğe ve donanıma sahip değillerdi.

Zaten bir kısım mütefekkirler siyasal İslam’ın rotasına girmişti, diğer birçoğu ise İhvan hareketine dâhil olmuşlardı. Bu arada eğitim ve rehberlik yetersizliğinden sorumlu tutulduklarından dolayı tüm medya bunlara karşı durdu ve bu kurumlardaki gençler diğer topluluklara ve uluslara kaydılar.

Bütün bunlardan ulaşmak istediğim şey, söylenenlerin ve yazılanların bazılarının geçerliliği olmasına rağmen, güvenlik ve entelektüellik adına yürütülen kampanyalar, sokakta gördüğümüz şiddet ve radikal eğilimleri yok etmeye ya da yeni neslin bu radikal gençlerden oluşmasına mani olmaya yeterli gelmemektedir.

Bizler sadece münkeri/kötülüğü yasaklayan ya da kötülüğü engellemek için harekete geçen bir konumdayız. Bir türlü marufu/iyiliği emreden ya da iyilikleri sağlamak için harekete geçen bir konuma geçemiyoruz. Her yapılan hareketi dini kaynaklara bağlama silahını çokça kullandık; yani şiddet yanlısı bu radikal akımlarla âyet ve hadislerle mücadele etmek istedik ve onların davetçileri de bizlere başka âyet ve hadislerle karşılık verdiler. Bizler de bu defa daha sağlam referanslara tevessül etmek durumda kaldık ve âyetleri bağlamlarını (Siyak) esas alarak yorumlamaya veya fakihlerin geleneksel bir usûl olarak uyguladıkları Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etme etmeye yöneldik.

Şunu bilmek gerekir ki yapılan harekete dini referans bulma çabası ile dini bir referanstan hareket ederek bir eylem gerçekleştirmek birbirinden farklıdır. Burada esas alınması gereken, Müslümanların kendi topluluklarında uygulaya geldikleri Kur’an ve sünnete uygun düşen akl-ı selim sahibi insanlar tarafından tasvip edilen (maruf) amelleri benimsemektir.

Bu bağlamda 1979 öncesine dönmek demek; dalalete düşmesi mümkün olmayan çoğunluk (Sevad-ı Azam) yani kahir ekseriyetin yolundan gitmek demektir. Her yeni şeyi dinin ve bu çoğunluğun üzerinde ittifak edip tasvip ettiği “marufa” vurarak test etmeliyiz. Elbette ki bu, parçalardan yola çıkararak külli kaidelere ulaşmayı ve yeni bir bakış açısı ile meselelere tahlil derinliği getirmeyi gerektirmektedir.

Söz konusu bu cemaat/çoğunluk Kur’an ve Sünnet’i temel referans almaktadır. Bu durum tarihte olduğu gibi günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir. Bu çerçevenin dışına çıkmak bu iki temel kaynağı yok saymaktır. Dolayısıyla delil isteme, yeni şeyler talep etme, içtihad çağrısı yapma insanların sürekli yaşadıkları gerçekliklerdir. Maksat fitne çıkarıp ayrılığa düşmek ve büyük çoğunluğun tasvip ettiği marufun dışına çıkmak değilse bu türden tavırlar, tekfir etmeyi veya şiddete başvurmayı gerektirmez. “Köpük uçup gider, insanlara fayda veren ise yerli yerinde kalır.” (Ra’d, 13/17)