Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Fas Âlimler Birliği ve radikal söylemlerin analizi | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

3-4 Temmuz 2018’de Rabat’ta, Muhammediyye Alimler Birliği (Rabat), Dünya İslâm Birliği ile (Mekke) işbirliği yaparak “Dini kavramları çarpıtmak, Müslümanların bölünmesini yayarak onları tekfir etmek, dünyayla mücadele etmek’ üzerine kurulu söylemlerin analizlerini yapmak suretiyle radikal hareketlerle mücadele” konulu yıllık konferansını düzenledi. Çarpıtılmış kavramlar ve tefrika yaratma bağlamında ele alınan temel dini kavramlar ise şunlardır; Tevhid ve Şirk, Allah’ın Hâkimiyeti, Hilafet, Din-Devlet ilişkisi, Dinin ana maksatlarını görmezden gelme, İslam’ı Fiten ve Melahim (kıyametten önce zuhur etmesi beklenen alâmetler ve fitneler) rivayetleri üzerinden, insanımızı medeniyetimizi yıkacak dogmatik bir inanç sistemine dönüştürme…

Konferansa, Fas Kralı 6. Muhammed’in onursal başkanlığını yaptığı Muhammediyye Âlimler Birliği Genel Sekreteri Dr. Ahmed Abbadi, üst düzey Faslı akademisyenler katıldı. Ayrıca konferansa Suudi Arabistan Krallığı yetkilileri, Arap ve İslam dünyasının önde gelen din âlimleri ve profesörleri katıldı.

Asırlar boyunca Müslüman toplumun oluşturduğu “Yerleşik temel anlayışlar ve birleştirici geleneklerden” yüz çevirmek bir yandan bölünmelere ve şiddet yanlısı radikal hareketlerin doğmasına, diğer yandan da İslam’ın küresel bir sorun haline dönüşmesine yol açtı. Bu öldürücü gerçekler iki çizgi ya da iki süreç üzerinden gelişti; İlk süreç, Müslümanların ve âlimlerinin, dinin doğru anlayışından uzaklaşıldığını ve bu uzun dönemde dinin temel normlarının bozulduğunu iddia etmeleri. Diğer süreç ise, sömürgecik ve modernizmin yaygınlaştığı dönemlerde meydana gelen batılılaşmanın Müslümanların yeni bir cehalete sürüklemesine yol açtığına inanılmasıdır. Bu inanç sahiplerine göre nasıl ki sapkın gelenek ve göreneklerle savaşılıyor, aynı şekilde bu batılılaşma ile de savaşılmalıdır. Ancak bunu nasıl gerçekleştirmek gerekir? On yıllar boyunca, İslami uyanış adına iki yeni eğilim öne çıkmıştır: Birinci eğilim, modernizmin İslamileşmesi, Batılılaşma ya da İslami kavramların modern dünyanın parametreleri dikkate alınarak yeniden yorumlanması ve böylelikle modern dünya sistemine benzer bir şeye dönüştürülmesi ve onlarla uyumlu hale getirilmesini hedeflemektedir. Bu doktrin Müslümanların sorunlarının ancak siyasi ve medeniyet açısından ilerlemiş Batı’nın model alınması ile çözülebileceğini düşünüyor. Hayreddin et-Tunusi “Akvemu’l-Mesâlik /En sağlam Yollar” isimli kitabında buna değinmiştir. Aynı gerçeğe Tahtavi de daha önceden parmak basmıştır. Her iki yazar da Batının yolunun takip edilmesi ve benzer şartlarda bir ilerlemenin sağlanması gerektiğini, böylece politik ve dini yenilenmenin sağlanabileceğini ve modern dünyanın medeniyetine ancak bu şekilde iştirak edilebileceğini savunuyorlar. Bu yazarlara göre içinde yaşadığımız geri kalmışlıktan ancak bu şekilde kurtulabiliriz.

Zira geleneksel din âlimleri sürekli “dinin temeli” üzerine kurulu bir söylemi esas aldılar, hâlbuki tecdit/yenilenme projesine destek ancak “dünyanın temeli” üzerine kurulu bir söylem ile sağlanabilir. Çünkü dünyanın temelinin ya da politik ve sosyal durumların çöküşü dinin temel dinamiklerini de olumsuz etkileyecektir. Bu eğilim sahiplerine göre, dinin temel esaslarının korunması ve ıslahı ancak bu iki temelin esas alınması ile sağlanabilir.

Diğer eğilim ise, geleneksel din anlayışını yıkmakta ısrar eden, daha radikal söylemlere sahip, Kral Abdülaziz’in devletine el koymayı dahi düşünen bir yapıdır. Daha sonra Soğuk Savaş koşulları geldi ve uluslararası ilişkiler değişime uğradı, selefiler ve diğer unsurlar arasında bir yakınlaşma meydana geldi ve Amerikalılarla birlikte Afganistan’da Ruslara karşı savaştılar. O zamandan beri, coğrafi ve stratejik sınırlarda dünya iki kutba (İman-Küfür) ayrılmış durumda ve Cihatçılar için bu alan dışında diğerleriyle bir araya gelmek mümkün değildir. Aynı zamanda bunun dışındaki daha uyumlu/ılımlı hareketler, İslam dünyasında faaliyet göstermeye devam ettiler ve dış dünyayla ile de bağlantı kurdular. Böylelikle, tüm taraflarca tanınan tek muhalif, Arap ve İslami iktidarlar oldu. İslamcılar kamu işlerinin yönetimini devralma hakkına sahip olduklarını düşünmeye başladılar. Çoğu durumda, halk onları istediği için değil, bilakis kendilerini Şeriatın tatbikinde ana cemaat olarak görmelerinden dolayıdır. Onlara göre devlet ve topluma meşruiyet ancak bu şekilde geri gelmiş olacak!

Konferansa katılan bazı öğretim üyeleri, şiddet yanlısı radikal hareketlerin dini anlamda iki temel soruna sahip olduklarını vurguladılar: Tekfir ve başkalarının kanını akıtmayı helal görmeleri. Hatta denilebilir ki insanların kanını akıtmayı helal görmelerine neden olan şey tekfirdir. Dolayısıyla öncelikle bu tekfir olgusunu çözmek gerekiyor. Tekfir ettikleri kişi ister bir Müslüman düşünür olsun, isterse de başka din ve kültürden bir insan olsun fark etmez. Bu tekfirci anlayışla mücadele, okullar, eğitim programları, camideki vaazlar, dersler ve eğitim kursları gibi çeşitli yollarla gerçekleştirilecektir. Bu işi deruhte edecek kişilerin, derin bir kültüre, güzel bir sabra ve kuşatıcı bir anlayışa sahip olması gerekir. Tekfirin en büyük tehlikesi, açık bir şekilde uygulanmaması ya da gizlice yürütülmesidir. Kişi ancak öldürmeye gittiğinde anlıyorsunuz ve sürprizle karşılaşıyorsunuz. Bazı gençler aniden devrimci kesiliyor ve ölümden korkmaz hale geliyorlar. Bu nedenle, son aşamaya gelindiği andaki detaylarına bakılmaksızın bu anlayışın neşet ettiği ortamlar takibe alınmalıdır. Genç insanı şu veya bu camiye gidip gitmeme ya da şu veya bu davetçiyi dinleyip dinlememe konusunda kontrol etmek artık mümkün değildir. Gençler artık çocuk denilebilecek yaşlarda dahi sosyal medya üzerinden istediklerini yapabilmekteler. Bu nedenle bunun engellenmesi adına eğitim programları ve diyalog gruplarının kurulmasının zaruri olduğu söyledik. Peki bu fenomen neden gençlerimize kadar ulaştı?

Pek çok kimse, postmodernizm döneminin “izafi gerçekler” dönemi olduğunu ve tüm çocukların son derece özgül eğilimler sergilediğini ve hatta bu eğilimin bazı şiddet ve bireyselliklere sahip olduğunu söylüyor. Özellikle, Müslüman çocuklar bu türden bir eğilime kaydılar ve kendi içimizde ve dışımızdaki egemen ve büyük güçlere karşı koymak onlara cazip geldi. Aslında başkalarının kanını helal görmeye sevk edecek tekfirci bir düşünceye de sahip değillerdi. El Kaide, 11 Eylül 2001 tarihli efsanevi saldırısında bu modeli başarıyla uygulamıştır. Bu nedenle, özellikle Avrupa ve Amerika’da gençlerin zihinlerinde başarı, kahramanlık ve kutsallık hülyaları ve güdüleri oluşturdu. Ancak Proje aktivistlerinin baskısı ile gerçekleşen bu türden eylemler azalacaktır. Bir anlamda kendi teorileri içinde boğulup kalacaklardır. Bu gençler ise karmaşık kültürel yeteneklerden yoksundurlar, bundan dolayı da büyük ihtimalle umutsuzluğa düşecek veya uygun, elverişli fırsatlar ve mekânlar araştıracaklardır.

İslami uyanış ve siyasal İslam meselesi son derece karmaşık bir konudur, cihatçı ve devletçi İslam’ı oluşturan olgudur aynı zamanda. Bu iş “Şeriatın kanunlaşması” projesi ile başladı modern devlete uyum sağlama ve İslam’ın kapasitesini ve esnekliğini gösterme projesi ile devam etti. Ancak bugüne kadar destekçileri olan bu eğilim, kırklı yıllar ve sonrasında diğer akımlara yenik düştü. Bu yöndeki içtihatlar Tavizsiz Rejim ve Allah’ın Hâkimiyeti ideolojilerine kayma gösterdi. Kendilerini İslam’a hizmet etmeye adamış dindarlar bir anda Şeriatın kanunlaşması ideolojisinin esiri haline geldiler. Zira onlar açısından bu durum İslami hükümlerin devlet eliyle hâkim kılınması demektir ki bu şekilde devlet de meşruiyet kazanmaktadır! Sorun, 1970’lerde bir takım grupların ortaya çıkıp şunu demesiydi: Laik hükümetlerin şeriatı uygulamak istediğine nasıl inanıyorsunuz? Sonra bunda rejimlerin bir çıkarı yok ki, öyleyse bu rejimler adalet ve kalkınma istemiyor! Şeriat, İslamcı olmayan partiler tarafından uygulanamaz! Siyasal İslamcılar ve Şiddet yanlısı radikal hareketler devletin İslamileştirilmesi konusunda neredeyse aynı noktaya gelmiş oldular: “Çözüm İslam’dadır” sloganı altında seçim cihadı yürütme, ya da “Şeriatı tatbik eden İslam Devleti ya da Hilafet devleti kurma” sloganları altında yeryüzü cihadı yürütme…

İki Birliğin konferansının sonuç bildirgesine göz atma fırsatı buldum özellikle de tekfir, kan dökülmesini helal kılma, şeriat hükümlerini uygulayan İslami bir devletin kurulmasıyla ilgili tartışmalara baktım. Ancak konferansın bu yönü, sonuç bildirgesinin yarısından fazlasını aldığını söylemek hiç de abartılı olmaz. Geriye kalan yarıda iki temel konu ele alındı: Dini kurumların, görevlerini ve işlevlerini daha verimli ve layıkıyla yerine getirebilmeleri için rehabilite edilmesi… İkincisi, dini kurumların yeni yönelimleri ile ilgilidir. Genel irşat ve tebliğ faaliyetleri hangi yönelimlere sahip? Bu faaliyetlerin daha ziyade şiddet yanlısı radikal hareketler ve diğer zararlı faaliyetlerden sakındırma yani kötülüğün def edilmesi üzerinden yürüyor olması anlaşılabilir bir konudur. Ama biz zarif bir kuvvetiz ve bizim için daha zaruri olan kötülüklerden sakındırmak değil, bilakis iyiliği emretmek ve sürekli hayra davet etmektir. Bu kötülükten sakındırdığımız insanları aslında neye davet etmiş oluyoruz? Elbette ki iyiliğe, güzel olana ve benzer alternatiflere… Bu meseleler esasında bilinmeyen konular olmadığı gibi yapılması da cazip olan şeylerdir. Salih ameller işlemek ve insanları bunlara davet etmek şiddet çağrısı yapmaktan çok daha caziptir. Üstelik iddia edilen İslami devlet, vahşetin yönetimini gerektiriyorsa (!), Gençlerin iyi ve faydalı yönetim modeline kavuşması sağlanmalıdır. Bu da barışçıl, dayanışmaya dayalı, kalkınma öncelikli ve insani bir eylemdir.

Her zaman büyük dini kurumlar arasındaki işbirliklerin destekçisi oldum. Rabat’ta gerçekleşen ve iki büyük birliğin ortaklaşa gerçekleştirdiği bu konferans gerek radikal söylemlerin analizlerinin yapılmış olması, gerekse müesseselerin yeniden rehabilite edilmesine değinilmesi yönüyle son derece ümit vericidir.